28 Mayıs 2008 Çarşamba

"Gel, Yine Gel" Üzerine Bir Not Daha

Şiir İranlı Ebu Said Ebu’l-Hayr’a ait. Üzerine epeyce tartışıldı. Kimi zaten Mevlânânın böyle güzel bir sözü söyleyemeyeceğini söylüyor, kimi bu sözün aykırı bir söz olduğunu iddia ediyor, kimi de doğru tavrı yansıttığı inancında. Bence de doğru okunması/anlaşılması kaydıyla Mevlânânın tavrını pekalâ yansıtıyor.

Mesnevîdeki şu beyit gözden kaçmış olmasaydı daha net konuşulabilirdi:

O kapı, ateşe tapana da, inanan kişiye de, güzele de, çirkine de açıktı
Cennet gibi belirli kişilerin değil; güneş gibi, yağmur gibi herkesindi

(Mesnevî I/2739, Mesnevî I-II, s. 167, çeviren Şefik Can, Ötüken, İstanbul 2005)

(Hayr'ın şiiri ile Mevlânanın beyiti karşılaştırılacak, çeşitli çeviriler sunulacak.)

26 Mayıs 2008 Pazartesi

Mevlânâ Eleştirileri Üzerine: Ya Edep Ya da Barbarlık!

Mevlânâyı aradan çıkarıp, hattâ anısını dahi linç edip aklın, fikrin ve bilimin önünü açtıklarını düşünmekte midirler, popülerbilimcilerimiz, öfkeli düşünürlerimiz, aceleci mütefekkirlerimiz? Hakeret, alay, aşağılama furyası halâ hızını alablmiş değil. En sona bırakılan maalesef yine eleştiri.

Şirk, putlaştırma, tanrılaştırma ve aracılığı kaldırma adına yapılan putlaştırmaları anlaması daha da zor: Neden "putlaştır ve kır"a gerek duyulur, bir izah eden olsa.

Alakâlı alakasız alıntılar, donanımı olan olmayan herkesin ağır yargılarda bulunması. Evet, aslında Mevlânânın çağrısına uyuyorlar adeta, yeni şeyler söylüyorlar ve nakil yapmıyorlar.

Hazır olmamak, donanımlı olmamak konuşmamayı gerektirmez. Konuşursun, ama temkinli de olursun.

Kimileri bir yorumcuyu yetkin ilân ediyor, kimileri bir diğerini. Neden ve hangi yetkinlikle bunu yaptıklarını, aynı kriterleri kendilerine uygulamayı unutmamaları gerektiğini akıllarına bile getirmeyebiliyorlar. "Her önüne gelen konuşmasın"cı tutumu güçlendiriyorlar. Evet, bunda da bir hikmet var, ama daha kapalı, sınanmayan bir tavra da işaret edebiliyor.

Evet, yargılarımız, önyargılarımız olacak, ancak, bunları tartışmaya açacağız, yoksa tartışılmaz kelâm ettiğimizi düşünenlerin tavrını almış oluruz. Düzeltilemez, doğru, kutsanmış, tanrısal. Yani şirk'in alanına girmiş oluruz, düzeltilemezlikten, yanılmazlıktan konuşursak, faniliğimizi, sınırlılığımızı, insanlığımızı unutursak.

Eleştirilen neydi? Mevlânânın söyleminin insani yanılırlığın dışında olduğu iddiası. Eleştirenin tutumu ne, yanılmazlığıyla, tereddütsüzlüğüyle, tevazu eksikliği ile? Aynısı.

Ebu Cehilden bile öğrenir arif olan. En azından cehaleti. Cehaletin mantığını. Cehaleti öğrenmeyen, bilmeyen kendi cehaletinden öğrenmiyor demektir, kendi Ebu Cehilinden, kendi içindeki cahilden.

Arif olan, Ebu Cehil karşısında böbürlenmez. Kendisini görür. Kendindeki cahili, çok bilmişi, ezberi.

Cahilin cesareti ezberindedir. Arifin cesareti temkini, tevazuyu, uzun ince yolu, emeği seçişinde: Parlayıp sönen bir atılganlık değil, aydınlanan, öğrenen, kendini düzelten, bir diyeceği olan, itiraz edebilen, kendine edilecek itiraza misafirperver olan.

İki tür kendi fikri olan insan var diyelim, zora gelemeyenlerin işini kolaylaştıralım. İlki terbiyeyle, eğitimle ve başkalarının deneyimlerinden öğrenebilmiş, ve öğrenen insan. Diğeri yine ilki gibi ama kendi tecrübesini edinmeye, hayatla sınanmaya mahkum olmuş insan.

Hayatla sınanmış, hayatın bin bir halinden geçmiş insan bazan bir eşkıyadır, eşkıyalıkta akıl fikir bulmuş bir insan; bazan bin bir cephede savaşmış, esir düşmüş, unutulmuş, iteklenmiş, kakalanmış, döndüğünde çocuklarınca dahi beklenmayen itilip kakılan bir büyük insan; kimi zaman evinde gül yaprağıyla dokunmaya kıyılamamış ama esir düşmüş, dağa kaldırılıp oynatılmış bir prenses, oradan buraya sürüklenmiş, canına defalarca kıymış, canına defalarca kıyılmış, ama ayakta kalmaya mahkum edilmişliğiyle şartlarını aşabilmiş bir insan; bazan sıradan saf bir insan geçim derdinde, hayatın peşinde hayat öğrenmiş, insanı öğrenmiş, hanyayı konyayı öğrenmiş; bazan kötülük için yola düşmüş bir zalim, ne olmuş olmuş insafa gelmiş, insanlaşmış, kendini insanlığa adamış bir insan...

Hayattan öğrenmişlik, hayatla sınanmışlık zor, çetin, yıpratıcı. İrfan da edinilir hayatta, ama daha çok yoldan, insanlıktan, insaftan çıkılır. İtilip kakılan itile kakıla insanlaşmaz, vahşi bir hayvana dönüştürülür çoğu kez.

Bana bir söyleyeceği olan varsa, sen de kimsin, hatasızlardan değilsin diyemiyorum. Hayatıyla konuşan, bize hayatı konuşur. Hayatıyla bizi o hayata gerek bırakmadan aydınlatır, uyarır.

Sürekli tekrarlamak zorundayım, bir insanın öğrenmesini istiyorsanız, hayattan dersini almasına izin vereceksiniz. Ama birisinin alıp başını gitmesini, bir belaya girmesini dilerseniz bilim, anlayış, irfan adına dahi olsa onun kaybolmasını, zulüm görmesini de istemiş olursunuz, yani kötülüğünü istemiş. İnsan olarak, tecrübeden, hazır bilgiden ve sınırlı, korunmuş hayatından öğrenmesini umacaksınız. ama hayattan dersini almış olanları dinleyeceksiniz. Ezbersiz konuşanlardan öğreneceksiniz. Öğrenme ezberleme değildir. Öğrenme e bir tecrübe işidir, bir olgunluk işidir, bir muhakeme işidir, bir sorumluluk işidir.

Anlama, insan olma, hatasından öğrenme, hatasını aşma, hatasını dahi bir hayra sebep etme çabası, çırpınması, gayretinde miyiz değil miyiz, mesele bu ve burada.

Hatasızlık dedik. Bu mümkün mü? Değil. Küçük hatalar, ölümcül olmayan, şeddesiz hatalar diyelim hata bulamadığımız arifin, insanın hatasızlığına. Diğerininkine de büyük yanlışlar, hayatla ve başka hayatlarla oynamalarla dolu bir hatalar zinciri diyelim. Akla fikre, kuralların en apaçık olanlarına dahi uymama, yol kesme, ufuk karartmalarla dolu bir hayat, dönüyor dolaşıyor, kendisini buluyor, insafı ve insanı buluyor.

Bu böyle midir aslında? Hayır. Hatasız, bazan kaçak güreşmiştir, yanlış yaparım korkusuyla yapılması gerekenden imtina etmiştir. Hatada olan, doğru olanı yaptığında yüzüne tükürülmeyi, dağından, ininden sürülmeyi göze almıştır bazan. Bazan da, gerçekten ölçülü, sorumlu bir hayat sahibiyle karşılaşırız. Aklı başında yaşamış ve ölmüş bir insan.

Meselelerden birisi şu. Hem insan insandır, hatalıdır, sınırlıdır, sorulumludur, fanidir diyoruz, hem de yanlışsızlık hatasızlık bekliyoruz. Hatasızlıkla ve hatasızlıkta insan olmasını bekliyoruz. Mümkündür. Ama sınanmamışlıkla, çaresizlikle karşılaşmışlarla dersini almayana tecrübesiz de diyoruz. Tecrübe ne idi? Herşeye yetecek tecrübenin olmadığını bilmek, öğrenmeye, hayat boyu dersini almaya açık olmak. İlki açık fikirli, açık yürekli oluş, ikincisi onu dışlamayan, hayatla sınanmaya açık oluş.

Hayatı sınamak? Estetlik, gurmelik işi. Hayatı nere kadar sınayabiliriz? Nereye kadar? hayat bizden ne öğrenir, biz hayatın ne kadarına ne öğretiriz öğretebileek olsaydık da. Ama biz, sınırlarımızı, hakikatimizin alanını öğreniriz hakikati olmasa da: Had bilmeyi, ölçüyü, tadında bırakmayı yani tadı; incelerek törpülenerek zevkliliği; yapmacık olmayan, içerik kazanmış, bilince dönüşmüş terbiyeyi. Sınanmış bilgiyi.İnsanlığın ve dünyanın çeşitli hallerini.

Mecdeli Meryem'i taşlayan taşlar bana söyleyeceği bir şey varsa dinlerim. Atılan taş yeneceği günahına değil, söyleyeceğinedir zaten çoğu kez. Söylediğinin hakikatine.

Rabia Hatun neler çekti kaç kişi bilir? Hangi yazılı kaynaklarda bulabilirler o acıyı? Bilseler acılarının kaynağını, o huzur veren anlayışı, insanlığı kucaklamayı, buluşabilirler miydi ol hakikatle? Şimdi yaşasa Rabia Hatunu da itekleyeceklerimiz olurdu sanırım.

Mevlânâ geçmişte bıraktığı bir şey için suçlanmıyor diyecekler. Peki, geleceğe taşıdığı şeyler için mi suçlanıyor? Olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol gibi bir kriteri kaç kişi koyabilmiş insanlığın önüne de kalkıp Mevlanâya insanlık öğreteceğiz?

En fazla metinlerini eleştiririz. Ama aynı şeyi Nasreddin Hoca yaptığında hoşgöreceğiz. Ya da tersi, Mevlanayı hoş göreceğiz, Hocayı hor göreceğiz.

İkisi da hayatlarıyla hayatla konuşan insanlar. O dönemin Konyası, halk kültürü, insanların nasıl düşündüğü konuştuğu anlaşılmadan ne söylediklerini eleştirme hakkına sahibiz. Evet karşımızdaki insanlar muhallebi çocukları değiller, mektepliler ama hayatı bilen, çile çekmiş, dert yaşamış, görmüş geçirmiş insanlar. Sövüyorlar kimi menkıbeye göre, ayıp hikaye anlatıyorlar kimi metinlerine göre ve dinleyenleri var, insanlar onları taşlamıyor. Cenazelerinde şehrin nüfusunu geçiyor kalabalık. Kibar olsalardı fena mı olurdu? Olmuyorlar! Ne yapacağız? Silip atacak mıyız, söylediklerini en kötü biçimde yorumlasak bile? Bir doğru cümleleri yok mu?

Tersine binlerce doğru cümleleri var. Göstereceğiz, teker teker. Mübarek hocamızı şimdilik savunanlar var, biz Mevlânâyı okuyacağız. Felsefesiz miymiş. Düşünce bilim düşmanı mıymış, halk düşmanı mıymış, ahlâksız mıymış, hukuksuz muymuş, yüzeysel miymiş, yasakçı mıymış, cehaletin dostu muymuş, cezbe ve transla mı iştigal edermiş, dostu düşmanı kimmiş, hululülüğü savunmuş mu ortaya çıkaracağız.

Doğru şey söyleyen, yürekten söyleyen, söylediğini kasteden ama yanılan herkesi okuyacağız, imkanlarımız el verdikçe.

Mevlânâ yol kesmiş olsa, veli değil haydut olsa okuyacağız, söylediği bir şey varsa. Söyleyeceği bir şey olanı susuturmak bizim işimiz değildir. Sözü, doğrusu olanı susturmak ahkikati karartmaktır, biz bunu yapmayacağız.

Ebu Cehil akıllı bir şey söyledi de dinlenmedi mi?

Biz soyağacının değişik kollarından Ebubekirin, Hasanın, Hüseyinin öz be öz torunu Mevlânâ Muhammed Celâleddin-i Rumî'yi Sıddık, Seyyid ve Şerif olduğu için, soysopçuluk yaptığımız için değil insan olduğu için dinleyeceğiz ve gerekirse, eleştireceğiz, buna itiraz eden yok. "Ya edep, ya da barbarlık!" diyoruz sadece.

İçinde hakikat olan her söz, gününü aşan her söz verilmiş sözümüze gider, ondan geldiği gibi. Dil bizde konuşur, biz dilde dile geliriz. Ne söylediysek riyasız, hakikatli dlimizdeki bir imkanı canlandırmaktır. Dil kendi kendine konuşmaz. Dil için insan bir araç da değildir. Dil olup bitmiş değildir. Dil oluşur, açılır, kapanır. Söyleneni dil kendiliğinden söylemez. Ama söyleyen de dilsiz söylemez.

Mevlananın dediği odur ki kısaca söylersek ve kısalttığımız için hata yapmayı da göze alırsak, geçiciliğim, faniliğim içinde söylemediğim ne varsa, ne varsa zamanını aşan ve aşacak olan, bana ait değildir. Hakikatin bendeki ifadesidir.

Bu mümkün müdür? Faniliği aşmak? Hakikatin kırıntılarıyla yetinmekten vazgeçmek? Kanımca insan için imkansızdır, insanı aşmak, insanı tanrısallaştırmak olur. Ama söz için? Evet, sözde böyle bir olay var. Söyleyen bir insan, bir sınırlı halden konuşuyor, ama, anını da zamanını da aşıyor. Bunu kim ayırdeder? ilkönce zaman diyelim, yani zamanla ayırdedilir. Söyleyen bir insan, zaten çeşitli zamanların söylenmişlikleri, söylemeleri, kavramları, ufuk kaynaşmaları içinde konuşuyor.

Mevlananın söylediği ne bir sır, ne bir gizemli iş. Hakikate yüzünü çevirmeye, bakmaya cesaret ediyor. Kullandığı dil, kendinden önce de var. Kullandığı kavramlar, düzelttiği, düzenlediği, işlediği duruşlar.

Peki Mevlana tüm zamanlar için mi anlıyor? Hayır. Bir insan gibi anlıyor kendi söylediğini de. Elbette bir insandan fazla, sıradan bir insandan. Ancak tanrısal bir bakışa sahip değil, öncesi ve sonrasından, dünya oluşmadan ve tarih sona erdikten sonraki halden bakmıyor. Bakamaz. O insan hakikatinden konuşuyor, insana açık olan hakikatten. Zamansız mekansızlıktan değil, herşeyin üzerinde, evvelinde ve ahirinde oluşdan değil.

Mesnevideki vahiy konusunu kurcalamadan önce, Mevlanada gördüğümüz faniliğimizde anlamamız ve faniliğimize rağmen hakikatle kucaklaşabilmemiz düşüncesini biraz daha incelememiz lazım.

Mevlana cinsel temalardan kaçınmıyor, ama şehveti de yeriyor. Yani pornocu falan değil, edebi "gerçekçi"likle suçlanabilir, bir anlamı varsa, insanda ne varsa konuşuyor, belki sadece arife konuştuğunu sanıyor, belki bu konuda dönemin dünyası böyle olduğundan yapıyor, ama sanmıyorum, bazan belki protestocu bir tavrı var, meclisi tepkiye zorluyor, yermek istediği birisi açmak istediği bir tartışma var. Bazı kısımlar var ki ben de şaşırdım, ama daha çok zamanımızda nasıl anlaşılacağından, insanların bakışlarıyla bakamayarak okuduğumda, o kısımları göremedim bile, insan ne ararsa onu buluyor biraz da. Ama bunu eleştirileri kapatmak, suçlamak için de kullanmayalım. Bu sözü şunun için söyledim sadece: Oca hikmet, emek, hakikat, çırpınış ve tartışılan, görülen belki olmasa da olabilecek bir kaç sayfa.

Olmasa da olabilecek bir kaç sayfa dedik. Olmasın mı? Çıkaralım mı? Hayır. Madem beğenmiyorsunuz, öyle yazmazsınız. Ama bir eser bize öyle gelmiş. Ve esere sonradan eklenmiş olmayan herşey kalır. Gülü seven de dikenine katlanır. Ve işin en ilginç yanı o kısımlar bana söylüyor ki: Bir insan Mevlânâ. Böyle olmasa eleştirel mesafe almakta zorlanır mıydık? Eleştiri ille de mesafe işi değil. Nasıl bir mesafe o önemli. Metinle diyalog, tartışma her daim olurdu. Metne mesafeden çok, Mevlânâya kapılmayı engelliyor gibi. Epik tiyatrodakine benzer birşeyler var ama, anlatabilmem yani anlatılırlaştırmam zaman istiyor. (Teknik) bir işlevi var gibi. Bunu da ilk diyen olalım.

Mesnevi sanat eseri değildir diyenlere de itiraz etmem gerekecek, bu konuda, sanırım. Adı da zaten Mesnevî. Bir edebî form. Ancak mesnevi şiir diyip geçilecek bir şey de değil. Mevlananın kendisi gibi çok şey birden. Fili tartışan körler gibi filozof, sufi, fakih, şair, sanatçı, alim, düşünür, abdal diyip duruyoruz. Belki o da "ben sadece bir insanım" derdi.

.....

(Ben de sadece bir insanım. Yazmak zorunda kalan bir insan. Çocuklarımı terbiye etmekle, başkalarına düşünmeyi öğretmekle geçirmek isterdim zamanımı. Ama 12 saat taksi sürüyorum. Ve kalan zamanımda, uykudan çalarak bu eğri büğrü notları tutuyorum 12 metrekarelik evimde. Fazlası? Aklıma gelmedi:) İstemeye de fırsatım olmadı:) Kitaplar eve sığmıyordu, bir ara. Takılıp düşüyordum. artık pek kitap almıyorum.

Yazıya defalarca ara vermek zorunda kaldım. Yemekte, iki müşterinin arasında bu kadar yazılabiliyor, ciddi bir düzeltmeden geçeceğini, belki düzeltilemeyecek kadar karışık ve hatalı olabileceğini bilerek okuyup geçmenizi diliyorum, Efendim. Uykuyu haketmek için bir de yorumbilgisi metni kaleme almamız lazım gibi görünüyor.

Bazı konuları zamana bırakıyorum. Yazdığım dağınık ortamda daha kapsamlısını (televizyonda futbol, yanımda bilgisayarın, modemin markasını soranlar, selamlamak zorunda olduğum şöförler vs vs)yazabilme imkanım yok.

Bu yazı da henüz düzeltilmedi, online yazıldı.)

23 Mayıs 2008 Cuma

12 Eylül ve Abdülbaki Gölpınarlının Başına Gelenler

12 Eylülün gürültüsü patırtısı içinde dikkat çekmedi demek ki. Bu konuyu gündeme getiren olmadığına göre. Ya da Abdülbaki Gölpınarlıya yapılanlardan hoşnut olanlar, 12 Eylülle palazlanmışlar, az değil.

O dönemde çocuk olanları, dünyada olmayanları suçlamayalım. Onun arkadaşı, dostu olduğunu söyleyenlere soralım neden ölü gibi suskunlar? Buyursunlar, insanlıklarını gömmedilerse, bildiklerini anlatsınlar, dinliyoruz. Hakikate sadık olmaları bu kadar mı imkansız?

Konuyu biz açalım. Daha doğrusunu tekelinde bulunduran düzeltir hatamız varsa, neden şimdiye kadar söylenmemişin izahatıyla beraber, ezber istemiyoruz, bu güne kadar yeterince dinledik.

12 Eylülle birlikte, Gölpınarlı aleyhinde korkunç bir kampanya başlatıldı. O zamana kadar, Gölpınarlı Mevlânânın dostlarına yüz idi, ağız idi, dil idi. Hatası sevabıyla bir insan idi. İyi bir insan idi.

İlk iddialar farsçasının kötü olduğu üzerine idi. Çevirilerinin hatalı olduğu. Özgün olmadığı. Olabilir dedik, daha iyisini aradık. Halâ arıyoruz, bulursak haber veririz. Sonra özel hayatına bulaşıldı, bazan dost ağızlardan, onu över ağızla yaralayan, hançerleyen "tanıklardan", şurdan, burdan. Her taraftan, her kanaldan saldırıldı. Evet, Gölpınarlı adeta linç edildi.

Abdülbaki Gölpınarlı, saldırgan ve sinsi bir kampanyayla aradan çıkarıldı. Evet, darbe Gölpınarlıya da geldi. Onun düşünceleri, analizleri, Mevlânânın projesine sahip çıkışı devreden çıkarıldı. 12 Eylül bu, olur, diyelim de, neden onu bilenler tanıyanlar ona sahip çıkmadılar, halâ da çıkmamakta inat ediyorlar? Bu şaibeli bir durum değil mi? Hakedilmemiş bir mirası taşımak değil mi?

Abdülbaki Gölpınarlıya "O edebiyatçı, tasavvuf üzerine konuşamaz!" derler. Ne edebiyatı imiş çalıştığı alan? Şimdi o kadar "meslekten" araştırmacı var da neden bir Gölpınarlı kapasitesinde insan yok? Varsa söyleyin, bilelim! "Yok hayır, icazet gerekir eski zincirlerden gelen" demekse bu: Gölpınarlının icazetinin olmadığını kim iddia ediyor?

Yerine düşünülenler de "edebiyat" kökenli değiller mi, çoğu kez? Onların farsçaları daha iyi ise bugüne kadar Şems neden hep eksik ve yanlış sunuldu? Mesnevî bu kadar sorunlu şerh edildi? İş dil bilgisiyle bitiyor mu ayrıca?

Neden yerine önerilenlerin eserleri Mevlânâya hakaretlerde başvuru kaynağı hailnde?

Gölpınarlıdan alıntıyla Mevlânaya yöneltilmiş hiç bir hakaret Gölpınarlının Mevlânâyı radikalleştirmesinden kaynaklanmıyor. Ne bulursa, görürse onu söylüyor. Yanlış mı yorumlamış? Eleştirilir. Ancak yerine önerilenler, öne çıkarılanlar Mevlânâyı yalnız radikalleştirmiyorlar, Mevlânânın eleştirilerini, projesini, tavrını unutuyorlar.

Gölpınarlıyı okudukça şaşırıyorum. Bektaşî tavırlı olduğu söyleniyor arada bir, bektaşi dostlarımız sevinmesinler hemen, bu hayırlı bir nedenle vurgulanmıyor, sünnilere hitap etmediği vurgulanıyor, marjinalleştirilmeye çalışılıyor. Eserlerine bakıyorsunuz, Şemsin Bektaşi olduğuna dair bir kanıt olmadığını vurgulayan Gölpınarlı. Bektaşi menkıbelerini eleştiriden geçiren O.

Şems Bektaşi olsa red mi edilir? Hayır. Ama burada da bir başka incelik var. Şems aleyhine sünni bir duyarlılık oluşturulmaya çalışılıyor. Neden? Şemsin eleştirilerinden kurtulmak isteniyor. Bunlar neler? Şems, hululilik riskine düşenleri uyarıyor, tek tanrıcılığın çekirdeğini terk edenleri, tasavvufun bağımsızlaşıp kopmasını, batıniliğin radikalleşmesini, sünnetin çekirdeğinin terkedilmişliğini eleştiriyor. Gazalî ile olan ortak noktalar Mevlânâyla daha karşılaşmadan paylaşılan bir duruşun olduğunu da gösteriyor.

Şems sunulanın tersine, entellektüel, bağımsız, eleştirel, sade, tutarlı bir insan. Yani gelip cezbe, trans, batın dersleri vermiyor. Bir duruşla, tavırla, etraftaki keyfiliğe eleştiri ile geliyor.

Gölpınarlı Mezhepsizlikle suçlanıyor. Mezhep hangi alanda geçerlidir izahatını yapan yok. Her yerde mezheple konuşulur, her yere mezheple gidilir sanılıyor, doğru değil. Hakikatin alanının mezhebi olur muymuş cevaplayan yok. Ancak Gölpınarlı yine, Mevlânanın hanefî olduğunu vurgulayan. Bu zaten Mesnevide apaçık, ama Gölpınarlıda bir karartma yok, dürüst ve hakkanî. Yanlışı varsa düzeltilir.

Gölpınarlı mezhepsizse, Şems ne oluyor? Ben Şemsin duruşuna aykırı hiç bir şey görmedim Gölpınarlıda. Neden Şems diyorum, çünkü, Gölpınarlıyı reddedenler Şems'i sözde reddetmiyorlar. İkisinde de tekrar vurgulayayım, sünnete aykırı bir tavır yok. Peki ya Mevlânâ? Gölpınarlı aradan çıkarılıp, Şems unutturulurken mi Mevlânâ Mevlânâ oluyor? Hayır. Projesi, derdi, tasarımı, eleştirisi ortadan kaldırılıyor.

Mevlânâ, çok ciddi bir biçimde varolan tasavvufu eleştiriden geçiriyor. Mevlânâ öncesi tasavvuf eleştirisi bilinmeden Mevlânâların derdi anlaşılamaz. Dönemlerinin entellektüel sorunları, özellikle de din ve tasavvuf alanının sorunları günümüz sorunlarına çok benziyor. Eleştirdikleri şeyler, bugün onun da adını kullanarak hakim kılınıyor, engel varsa ortadan kaldırılıyor birer birer. Başta Abdülbaki Gölpınarlı olmak üzere.

Sekiz yüz yıl önce eleştirel alışveriş dostlukları yıkmıyor, şimdiye nazaran düzey daha yüksek, bunu görmek ilginç. Şimdilerde dost kalmıyor verilmiş sözün arkasında duran.

Yok mu o kadar yüceltilen, Mevlânâya hakaretler yağdırılmasına neden olacak kadar yüceltilen Mesnevinin hakikatinin arkasında duracak olan kimsecikler? İnsanlık bu kadar zor mu?

Mevlânâya eleştiriler gelecek elbette. Eleştirilere cevap veremiyorsanız, cahil ve haksızsınızdır dedim, bir başka yazımda. Ya hakaretler? Onları dahi dinlemek, eleştiriden geçirilecekleri eleştiriden geçirmek icap eder. Mevlana hakaretlerle ezilecek, küçülecek bir insan değil. Nedenleri kurcalanır yanlış anlaşılmaların, açıklığa kavuşturulur, ya da kavuşturulması gelecek nesillere bırakılır. Gayretsiz bir suskunluk, rehavettir, terketmedir, yalnız bırakmadır.

Evet eleştirilerde düzey çok düşük. Ya savunmalarda? Bahanelerde? Geçiştirmelerde?

Dökülüyoruz.

Bu kirli ortamı haketmedik. Daha ciddi okumalar, araştırmalar, daha düzeyli tartışmalar yapabiliriz.

İlk adımlarımızdan birisi de Abdülbaki Gölpınarlının adını rehabilite etmek, hakkını, itibarını iade etmek, ve kendisinden özür dilemek olsun: O, yanılabilir, yanlış anlayabilir, yanlış anlatabilir insanlardan birisi. Hatasız, günahsız olmaması imkansız. Üzerine çalıştığı konularda dürüst davrandı, eleştirdiği bazı metinleri övüyor gibi gösterilmeyi, onca manipulasyonu, hakareti, saldırıyı ya da potada eritilerek yeniden sunulmayı haketmedi.

Gelenekle ilgili sundukları güvenilir boyuttadır. Bazı araştırmaları bugün düzeltilmeyi, gözden geçirilmeyi gerektirebilir. Bunda kötü olan ne? Başlamalardan korkanlardan mı olalım, hatasızlık şerbetiyle mi şerbetlenelim?

Adülbaki Gölpınarlı, Şems ve Mevlânâ'nın hululiliğin eleştirdiğini göstermedi mi? O halde, Mevlânâya yönelik en büyük hakaretin ezber işi olduğunu gösteren bir insanı susturuyoruz. Okutmuyoruz. Tanıtmıyoruz. Evet, bu yüzden, eleştirmiyoruz da.

Hululliğin eleştirisi için Makaalâtı okumak da yeterli olabilirdi. Ama, okunmaz, okutulmaz. Hakikî Şems, Şems karikatürünü sunanların işine gelmez.

Uzun Lafın kısası, Abdülbaki Gölpınarlı Mevlana ve Şemsin derdiyle kuşandığı için aradan çıkarılmıştır. Yeni bir dünya, yeni bir düzen kurulurken, Mevlânânın dahi bağımsız yorumlanmasına müdahil olunmuştur.

Sosyal Mühendislik pozitivist olmakla eleştirilirdi, pozitivist olmayabileceğini de farkediyoruz.

Biz, yerine konulanı değil, tedavülden kaldırılmaya çalışılanı konuşuyoruz. Yani kültürümüzün, anlayışımızın derinliklerine kazınmış olanı. Dostlarının da düşmanlarının da hakkında aynı şeyleri söylemesinden, dünya, ufuk kaybına zorlanmamızdan bahsediyoruz.

Ağır müdahaleler altındayız. Bazılarımız bilmeden, rüzgârdan yelkenine pay kapma çabasında. Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu? Bilenin kötülüğü bile aklı başında oluyor bazan, daha zor hoşgörsek de.

12 Eylül yalnız bazı ekonomik kararlar, sendikasızlık, haksızlık, talan siyaseti için değil, yeni dünya düzeninin kültürel buyruklarını da hayata geçirmek için gelmiş görünüyor. Müdahaleden geçmemiş alan yok. Tasavvuf da kıyım alanlarından, üniversitelerimiz, hukukumuz, siyasetimiz, gündelik hayatımız kadar. 12 Eylülcülük kültürümüze topyekün bir müdahale. Kimin için? Hangi bilimsel cüretle? Hangi adalet anlayışıyla? Hangi toplum kuramıyla? Bunun cevabını vermekle uğraşacağımıza, talan edilenin arkeolojisini yapacağız, hazinelerimizi ortaya çıkaracağız, yeni talanlarlara açık dursak, açık tutsak da.

Emek bizim. Aşk bizim. Bu çırpınış bizim. İnsanca yaşamak derdi bizim derdimiz! Eleştireceğiz, eleştiriye açık duracağız, yalnız hakikate boyun eğeceğiz. Hakikati olana. Hakikatli olana. Yani talansıza, dolansıza, mazlum kalmak için çırpınana.

(Yazıyı uykusuz ve yorgun kaleme aldım, düzeltemedim, üzerinde çalışılacaktır)

17 Mayıs 2008 Cumartesi

Mevlânâ Üzerine Konuşmak, Mevlânânın Adına Konuşmak

Mevlânanın üzerine konuşmak için Elif'i söylemek bile gerekmez: İnsan olmak, yani, dürüst olmak, kadirşinas olmak, hakkanî olmak, olduğu gibi görünmek, göründüğü gibi olmak yeterlidir.

Mevlânâ adına konuşmak içinse Elif, Lâm, Mim'de karar kılmak gerekir. Ama bu bile yetmez: Yine insan olmak, yani, dürüst olmak, kadirşinas olmak, hakkanî olmak, olduğu gibi görünmek, göründüğü gibi olmak da gerekir.

Yani, hem üzerine hem de adına konuşurken, insan olmaklığımız gerekir. Bundan öncesi ve sonrası ise teferruat değil.

Birisini dinlememiz için elif'i bile şart değil. Birisinin peşine takılmak, bir bakışa kapılanmak için ise elif, lam, mim'i bile kâfi değil. Ama her ikisinde de insan kalış derdi, oluş için çırpınışı, önemli.

Anlayan ise her şeyden anlar. Okuyan her şeyi okur, yani her şeyden okur. Bugün anlamak kolay: Bir gün, bir şeyi. Ya yarın? Ondan da sonrası? Anlayışlılık, verdiği söze sadakat, her gün yeni şey söyleyebilenlerin işi. Geçmiş anlamayı da, onlar anlayabilmekte.

15 Mayıs 2008 Perşembe

Mesnevide Kültürel Kodumuz Dizilidir!

Mesnevi de binlerce yıllık demeyeceksek, bin yıla yakın bir süre kültürümüzün tanımlarının da yer aldığı, toplumsal kodeksimizin de içinde yer aldığı kitaplardan birisidir. Bir gelenek aktarımıdır. Alınacağı eleştirisiz alalım diyen mi var? Kendi gözümüzle okuyalım diyoruz sadece. İnsan gözüyle okuyalım. Sömürgeciliğin mühendisleri gibi değil.

Mesnevi eleştirel bir metindir. Eleştirel okumayı ister. Bir konsensusun sağlanmasının ürünüdür. Kaçış kitabı, halksızlık kitabı, elitizm bildirgesi değildir.

Bu büyük metni, geleneğimizin ve geleceğimizin kapılarından birisini uğratıldığı yağma ve talandan çekip almamız gerekmektedir.

Katılmayacağız, başka şeyler önereceğiz, altüst ederek okuyacağız belki, ama bağımsızlığına, hakikatiyle okunurluğuna kavuşturacağız.

Mevlânâ ve Şems, "linguistik turn" diye tanımlanan "turn"lerden, dönüm noktalarından daha önemli daha ciddi bir girişime vucut vermişlerdir. Adını hemen koymayalım. Ciddi bir projedir, itirazdır, temellendirmedir, içeriğinden koparılmıştır demekle yetinelim, şimdilik.

Halkta, terbiyemizde, derin dokumuzda yaşamaktadır.

Kültürel kodeksimiz özelleştirilemez, ihaleye verilemez, kendi halkına ve insaniyete karşı kullanılamaz.

Mesnevi doğu ile batının buluşturulmasının, iki yakamızın bir araya getirilmesinin, insanlığımızın nasıl bir karakterle giyineceğinin hakikatiyle düşünmenin eserlerindendir.

Üzerinde çalışmak, düşünmek, eleştirirken kendimizi de gözden geçirmek durumundayız.

Transcendental Ego, Toplumsal İnteraksiyon, Kalubela ve Mesnevî

Vahiy sorununa bir çözüm geçmişte verilmiş sözü, ilk verilmiş sözü canlı tutarak, verilmiş söze yüzünü, aklını, kalbini dönerek, ondan yola çıkarak sözü yolunda tutma stratejisi. Ancak toplumsal interaksiyonu, yani sosyalleşme ve sosyalleşme içinde bireysellik ve kişisellik kazanma olgusunu gözardı etmeye yol açacak bir şekilde başvurulması halinde transcendental, aşkın egoya yol açma, yol verme durumunda kalınabilir. İlginç, verimli, entellektüel bir strateji ama toplumu ve insanın toplumsallığını, dünyalılığını, dünyadalığını, faniliğini, sınırlılığıını gözardı etmeden düşünülebilmeli.

Mevlana Mesnevide çocukların oyun oynayarak akıl geliştirdiklerini söyler. Sosyalpsikolojinin verilerine, sosyalinteraksiyoncu kişilik gelişimi teorilerine (özellikle Herbert Mead) açıktır duruşu. Toplumsuzluğu defalarca, değişik anlamlarda yerer. Başka bir yalnızlığı, halvet düşüncesini yeniden yeniden değerlendirir, anlamlandırır. Bunu sürekli yinelenen Kuyudaki Yusuf temasıyla açımlar, besler.

Mevlananın kişilik ve bireysellik üzerine düşündüğünü anlıyoruz. Önceleri kişiselliği görüyor, bireyselliği nerede ifade ettiğini anlamaya çalışıyorduk. Bugün daha çok şey söyleyebilmemiz mümkün. (Ayrıntılara zamanla gireceğiz).

Mevlana akış içinde yorumdan, anlamadan bahsediyor. Değişen ve aynı kalan şey Bergsonda ya da başkalarında aranmamalı. Mesnevide var.

Dinamik, diyalektik bir tarih ve toplum anlayışı olan eylemeyi ve ameli bir praksis olarak, praksis içindelik gören, adeta fronesisin son kavranılışının o zamandan farkında olan ("yeni bir şey söylemek lazım", yeni bir şeyi eskinin bitmesi anlamında değil, söylemenin karakteri olarak görmesi, yani bir kereliğine tüm zamanlar için konuşmasını insanın reddetmesi söz konusu Mevlananın) bir düşünür, bilgin, sufi, insan Mevlana.

Bir sorunu çözerken başka bir soruna yol açmamayı hedefliyor çoğu kez. Onun düşüncesini artık yakalayabilecek bir olgunlukta mıyız, göreceğiz. Üzerine düşüneceğiz.

Oyun konusunda bizi eleştirmek için takip eden okura Huizingayı, Wittgenstein'i ve Özellikle Herbert Mead'i salık verelim. Oğuz Atay'a da dikkat edilmeli. Herbert Mead ve intersubjektivite sorununun kapsamlı bir analizi için Habermas'ın İletişimsel Eylem Teorisinin ikinci cildinin ilk 150 sayfasını salık veriyorum. Bu yüz elli sayfa bir kaç ayda okunacak bir yüz elli sayfadır. Kohlberg, Piaget ve Gilligan'ın itirazlarına da dikkat edilmelidir. Freud'un ego, id, suoerego tartışmasına da dikkat.

Aşkın Egoyu ileride daha fazla açmaya değerlendirmeye, ona giden yolun gerekçelerini, yolaçtığı komplikasyonları sunmaya çalışacağız. Efendim. Bu yazdıklarımız sadece hatırlama notlarıdır. Ömrümüz kifayet etmezse, hakikate yüzünü dönmekten korkmayanlara geliştirmeleri için bırakılmış bir mirastır, vasiyettir. Yükümüz, yükümlülüğümüzün bir kısmıı budur, sözümüzü adresine ulaştır ey hakikatli okuyucu, bizi de eleştirmeyi ihmal etme. Kendin düşün.

Mesneviyi Okumak: Başlarken

Düşünce Tarihimizin olmadığı iddia ediliyorken, Mevlânâ'nın düşünce geleneğimizi kırdığı düşünülüyorken, Mevlânanın ve Şemsin projesinin de damgasını vurduğu bir bin yılı yaşadığımızı iddia etmekle başlamayacağız. Doğu Mevlânasız da yok. Batı, bir dünya kültürü oluşturamamakta.

Doğuyla batının kesişme alanlarında iki yönden de, insanı, hayatı, hakikati kavrama çabaları filizleniyor. Bizim üzerimize düşen, en önemli eserlerimizden birisi olan Mesnevi üzerine eğilerek, hayat dünyamızın şekillenişi üzerine düşünmeye çalışmak. Mesnevi tek eserimiz değildir. Ancak, dini, tasavvufi, felsefî özelliklerinin yanısıra bir kültür projesi olarak en temellendirici eserlerimizden birisidir. katılalım katılmayalım, iyi okumamız gerekmektedir.

Mevlânânın doğru dürüst okunmadığını rahatlıklıkla iddia edebiliriz. Onun eleştirel tasavvufu, diyalektik düşüncesi, dinamik toplum anlayışı, emekten yana tavrı, iyi temellendirilmiş insan ve toplum anlayışı o kadar şaşırtıcı da gelmeyecektir. Bilineni dile getireceğiz. Ezbercilerin ezberini bozabilir miyiz? Bilemiyorum.

Günümüz mesnevî yorumculuğunda iki ekol söz konusudur. Birincisi İbn Arabî'den yola çıkan, Mevlânâyı İbn Arabi'ye tabi kılma eğilimi gösteren, kendi içinde yeni tasniflere tabi tutulması gereken bir ekol.

Diğer yorum ekolü ise Mevlanaî ekoldür. Mevlanaî tavır tasavvufa Mevlana ve Şemsin eleştirisinden geçirirek bakar. Tasavvufla din arasında bir uçurum oluşturulmamaya gayret edilir, tasavvufun anlaşılma çerçevesi yeniden oluşturulur. Tasavvuf ve tasavvufi kavram ve sembolikle leştiriden geçirilmiş bir tasavvuf, eleştirel bir tasavvuf anlaşılır.

Esad Dede'nin öğrencilerini ilk ekolün son temsilcilerinden sayıyorum: Tahir Olgun, Ahmet Avni Konuk, Şefik Can.

Abdülbakî Gölpınarlı ise Mevlanaî ekolün son temsilcisidir.

Bu ayrım Mevlevîyye ile Mevlanaîlik arasında bir ayrımı gerekiriyor görünse de, Mevleviyyede tarikate öncelik vermeyen, Mevlanaya, Mevlananın söylediğindeki hakikate öncelik veren bir tavır baskın olmasa da her daim temsil edilmiştir. Bu tavrı, daha az eserle, daha az sözle tanısak da, daha entellektüel bir duruş olarak düşünebiliriz. Başka bir deyişle, Mevleviyye, Mevlananın Projesinden vazgeçme, düşünceyi küçümseyen Mevlânâ takipçileri olmaktan çok, öncelikleri farklı olan, tarikata öncelik veren bir neşe olarak düşünebiliriz. Mevlanaî tavır, Mevleviliğin içinde de dışında da devam etmiştir.

Biz, tasavvufun eleştirisini yapmış, değerlendirmiş bir Mevlâna ile karşı karşıya olduğumuzu düşünüyor, İbn Arabi düşüncesiyle temelden farklı yol izlenildiği kanaatini taşıyoruz.

Abdülbaki Gölpınarlının tasavvufa Mevlananın projesiyle baktığını düşünüyor, Diğer ekolünse genel bir tasavvuf tarihi içine Mevlanayı yerleştirdiğini gözlemliyoruz. Gölpınarlı bir tasavvuf eleştirisi, tasavvufi düşüncesi, tasavvufun hakikatinin peşindeyken, Esad Dede ve Öğrencilerinin tasavvuf tarihi içinde bir tasavvuf pratiği, öğretisi aradıklarını ya da sunduklarını düşünüyorum.

Abdülbaki Dede iddia edildiği gibi Bahariye Kolu, ya da Bektaşi Kol'dan değil, Melamî hattâ Kalenderî bir ilgisi var, ancak ezbere bir tavrı yok, yanlışlarına yanlış diyor, eleştiriyor, gözden geçiriyor. Tavrında Mevlânâ ve Şemsden ayrı değil.

Mevlananın hanefiliğini vurgulaması (ki sünniliğini Mevlâna açıkça Mesnevide vurguluyor) ve Mevlananın mezhepçilik gütmediğini göstermesinden çok Şems'in kendisine yazılan aidiyetlerden bağımsız tavır ve kişiliğini göstermesi dikkate değer. Şemsin Kalenderi olabilecek kökenini gösterir, Kalenderilere de yönelen bağımsız, eleştirel tavrını sunarak. Gölpınarlının kendisi de Bektaşi menkıbelerini diğer menkıbeler gibi çekinmeden eleştirir, ideolojik değil, eleştirel bir tavır almaya özen gösterir.

Bu çalışmayı kaleme alma, yazarak düşünme, önyargılarımı eleştiriye açma, düşünmeye açma aşamasında Mevlana için en ılımlı ve en merkezi eseri Abdülbaki Gölpınarlının yazdığını düşünüyorum. Zamanla Gölpınarlı ile farklı düşündüğümüz noktaları da açıklamaya çalışacağım. Onu anlaşılır kılmam da, fikirlerimi gözden geçirmem de mümkündür ve eleştiri işidir.

Vahiy konusunda farklı açıklamalarımız olabilir, ancak Gölpınarlı Mevlânayı anlama çabasındadır, asla bir karartma, perdeleme yapmamaktadır.

Yine semayı raks olarak görmesi Mevlânanın zikir için düşündükleriyle alakalı olmalıdır. İsim sıfat örtüşmesine itirazdan değil, mânayı öne çıkarmak istemeden kaynaklanan bir tavırdır. Dans yasağı konusunda çıkabilecek tartışmaya rağmen raks demesi, zikir konusunda Mevlananın kaygılarını öne çıkarmaktandır. Biz ise kefenle raks diyoruz, şimdilik.

Akıl konusunu yerleştirişimiz, ele alışımız da farklı olabilir.

Emek, çalışma, alınteri, çalışarak geçinme, insan olmak için çırpınmamız gerektiği konusunda farklı düşünmüyoruz. Seçtiği mezarlık, halkın yanıbaşını seçiştir. Bir tavırdır, çırpınışında tutarlılıktır. Radikalize edilmemelidir.

Esad Dede ve öğrencilerini eleştirmem, her yazmayı gözden geçirebilmem mümkün görünmüyor. Yorumlarıdaki ana hatları, ortak yanlarını, ayrışma noktalarını sunmak mümkün olabilir sanıyorum. Zaten eleştirilerimin merkezinde olmayacaklar. Katıldığım, yararlandığım düşünceleri olursa, eleştirerek sunmaya çalışacağım.

Bursevînin şerhini de İbn Arabi ekolünden görüyorum. Ankaravî, İbn Arabi- Mevlana sentezinin Esad Dedelerden çok öncelerde olduğunun da ifadesi. Orta nokta olarak görülse de olmadığını düşünüyorum. Dikkatle okumak zorundayız. Ancak İbn Arabi ekolünü temsil etmektedir.

Abidin Paşa ve Firuzanfer? Zamanla üzerlerine düşüneceğiz, önyargılarımızı "teşhir" edip değerlendirmeye açacağız. Firuzanfere Chittickten baktığımızda bazı sorunlarla karşılaştık. Farklı çevirilerden okumaya, çok dilli panellerde değerlendirmeye çalışacağız. Firuzanfer dikkatli okumaya değecek bir isim. Dikkatli, ölçülü yazdığından yola çıkıyorum. Abidin Paşa? Yeterince elden geçiremedim. Yol açan bir yorum değil gibi ilk elde. En azından kendisiyle tanışmak, Abidin Dinonun yetişme ortamını anlamaya çalışmak için büyük bir imkân.

Surûş'u sevenlerle çok tartıştık. Hep ayrı durduğumuz noktalardan. İbn Arabi ekolüne dair düşüncelerimizdeki ortaklık beni şaşırtmadı diyemem. Zaten o kadar açık bir nokta ki, nedir bunca kafa karışıklığı anlaması çok zor. Anlaşılmak istenen Mevlânâ mıdır, Mevlânâda insanlar kendilerini mi konuşma derdindedir, neden mevlanasızlık mevlanasız yapılamamaktadır öncelik verdiğimiz konular değildir. Biz spekülasyon yapmayacağız, Mevlanayı okumaya başlayacağız.

İlk elde ikincil literatür taramasından, karşılaştırmalı çalışmalardan uzak duracağız. Bazı kavramlar, tezler, iddialar, düşünceler üzerinde yoğunlaşacağız.

Çalışmam eleştirel düşünce ve yorumbilgisinin alanındadır. Doğrudan metin üzerine düşünmedir. Teorisiz, ezbersiz, önyargısız değildir elbette.

Burada baştan sona bir eserin kaleme alınmasını değil de, yazılma hazırlıklarının yapılmasına tanık olacaksınız.

Bibliografik eleştiriler merkezî olmayacaktır. Mevlânanın projesi ve mevlanayı okumanın ana hatlarıın altı çizilecektir.

Çalışmada İbn Arabi değerlendirmesi yapılmayacaktır. Ne İbn Arabi Mevlana sentezinin eleştirisini ne de doğrudan İbn Arabi eleştirisini düşünüyorum. Tasavvuf tarihçisi ya da tasavvuf uzmanı değilim. Benim alanım düşünce. Mevlananın kendi düşüncesinin arkeolojisini yapabilmeyi ise elbette isterdim.

Konu üzerine hazırlık yazılarım fragmentler, notlar, tezler, çalışma tezleri, eleştirel notlar, hatırlatıcı sorulardan oluşacaktır.

Zamanla bu konuda yazılanlar blogdan kopacaktır.

Daha önce yazılmış metinler, bloga koyma sırasını karıştırabilecektir. Bu yüzden arada bir kaç yazıyı tek bir başlık altına toplayabilirim.

Kronoljik ve diğer karışıklıkları hoş göreceğinizi ümid ediyorum.

7 Mayıs 2008 Çarşamba

Eleştirel Tasavvuf

Mevlânanın tasavvuf anlayışı eleştirel. Buna Eleştirel Tasavvuf demekte bir sakınca görmüyorum.
Gazalide de bu var. Ancak şimdilik Gazali tartışmayacağım.

Burada, Mevlânânın Duruşu ile, Mevlânanın Projesi arasında geçici bir ayrım yapalım. Mevlanânın Duruşunu, Mevlânaî Tavrı anlamadan Mesnevinin anlaşılabileceğini sanmıyorum.

Mevlevilik zorunlu olarak Mevlânayı anlamak, Mevlâna Düşüncesini devam ettirmeyi zorunlu kılmıyor. Mevlanaî Tavır, Mevlevî Tavra rakip değil, onun yola çıktığının temelinde olan bir duruş.

Mevlanaî Tavır, bir hakikate yönelme tavrı. Kendini hakikate açmaya öncelik veriş. Mevlânâyı düşünen bir Mevlevilik, düşünen bir Mevlevilik Mevlânâî bir tavrı gerektirmekte.

Neden Duruşa önem verdim? Hakikat karşısındaki bir tavır, fanilik ve bilgi karşısındaki bir tavır, incelediğimiz baktığımız, kurcaladığımız şeylerin hakikatine dair bir tavır olmadan nasıl söyleyebilir, eyleyebiliriz? Mesele buradadır. Herşeyi okuma, bilme, anlama iddiasını taşımadan nasıl söylenebilir, konuşulabilir, kavranabilir? Herşeyi okuyamadan bilemeden, olası her yorumu görmeden nasıl yorumlayabiliriz? Anlamanın, bakmanın, görmenin de bir duruşu, sınanmışlığı, sınanmaya açıklığı var.

Anlayan, anlatan, dert anlayan, dert anlatan bir Mevlevilik, Mevlanaî Tavra sahip olma zorunda. Ezberi, Böyle gelmiş böyle gideri terketmek, işi teşrifattan çıkarabilmek için.

Yeni şeyler söylemek, geçmişi silip atmaların, geçmişin ağırlığında ezilmemelerin, ya da metodolojik unutkanlıkların işi değil. Bir zorunluluk Mevlânâda. Akıp giden nehirde, akıp gitmişi söylüyorsun. Şu anı konuşmamaktasın. Şu anı, bugünü konuşmak, akan nehirle beraber akış. Benlikten kurtulmak, değişende değişirken, aynı kalanı bulabilmekte. Yeni şey söylemek, hakikatin hep bir buradalıktan, bir yerleşiklikten konuşulması. Bir yerinden yakalanması. Hakikatin elimizde kalmaması, bize esir olmaması, anlama çabasının, söyleme çabasının sürekli devam etmesini gerekli kılıyor. Biz zamanın çocuğuyuz. Zamanlı mekânlıyız, hakikatin tersine. Arifin çabası, (adetâ) zamanın babası olmaya yönelik bir çaba. Yani, sınırlılığımızı, faniliğimizi, yanılırlığımızı kavrayışta hakikate açılmak, tarihselliğimize esaretten kurtarmak düşünceyi, anlayışı. Bu kutsal olana açılmanın da fay hattı. İnsanda bulabileceğimiz hakikatin sahibi oluşunda değil, hakikat sahibi olabilmesinde. Tanrısallaşması ya da tanrılaşması sözkonusu değil, sonsuzluğun karşısında fanilikte açık durabilmesi. Yanılırlıktan vazgeçmeden anlamanın emeğine açık olabilmesi.

Mevlânanın Tavrı dedik, genel bir tavırdan bahsetmedik. Bunun genel hali nedir? Duruşta tavırdaki önem başkalarında yok mıudur? Vardır elbette. Ancak Mevlânâyı varolan tüm bilgileri yutarak, kavrayarak okumak anlamak mümkün olmadığına göre ya keyfi anlayacağız, ya da her şeyi bilerek kavrayarak. İkisi de mümkün görünmüyor.

Mevlânânın tavrı bir sistem, yöntem, arşimedci başlangıç noktası mıi? Hayır. sadece anlamaya açıklık. hakikate açıklık. anlamanın ahlakıyla giyinme. Bunun yolu nedir? Var mıdır? İlerde üzerinde çalışacak kurcalayacağız.

Mevlânânın projesiyse o dönemin çoğu çıkışıyla ortak. Bir dünya bütünleştirme. Doğuları batıları bir araya getirme. Dinle tasavvufun arasındaki rekabeti terketme, tasavvufu insanın gelişiminin içinde düşünme, hakikatine kavuşturma. Bu çabaya ömür veren insan az değil. Başarı Mevlânânın tekelinde değil.

Mevlânânın takipçisi olmasalarda bu neşenin takipçisi olanlar Mevlânâyı anlamaya açıklar.

Bir dünya bütünleştirme, ufuk bütünleştirme, hakikatle kendini, anlayışını düzeltme, yorumda, kavramada çileli yolu seçme, kitabı, sözü, hakikati tek tek insanların anlayışına esir etmeme Mevlânânın tekelinde değil.

Mevlânânın tasavvufu eleştirel bir tasavvuf dedim. Tasavvufu ve dini aynı düzlemde ele almayış, tasavvufları, yorumları, anlayışları gözden geçiriş Mevlânâ dışında da yapılıyor. Kaınmca en başarılı örnek, ya da örneklerden birisi Mevlânâ ve Şemsde söz konusu.

Duruş, projeden doğrudan çıkmıyor. Bu duruş, projeyi de başarıya kavuşturan.

Bu farkındalık, tevazu, faniliğini kavramış, ama fani oluşu kutsamayan bir eleştirel duruş, biteviye cabayı göze alış olmadan Mevlevîliği Mevlânânın sözcü yapmaz. Yani mevlevî oluş, bir estetiği, yaşantıyı biteviye anlama çabasına bağladığında, dondırmadığında eleştirel tasavvufi bir tavrı, duruşu, anlama ahlâkını zorunlu kılar, arar, sorar.

Mevlânâyı anlamak için mevlevi olmak gerekmez. Mevlevî olmak da kimseyi Mevlânâ karşısında bile daha kavrayışlı kılmaz.

Mevlânâ meşrepli olmak, yani onun neşesiyle giyinmiş olmak şekilde, tennurede, semada değildir, onun bakışıyla bakmak, onu dinlemeyi bilmek, yani dinlemeye açık olmaktır.

Mevlânâyı sevmek, ama projesine sırt dönmek, Mevlânâyı yorumlamak, okumak, ama onun bakışını donuk, ezberci, statik bir bakışla değiştirmek, onunla kendini konuşmakla olur mu? Mevlânâ kendini konuşmayı bırakmakta kendisini konuşurken dahi. Her kurcaladığı hakikat, hakikatin akıp giden bir yönü, bir yanı.

(Aceleye yazıldı, epeyce yanlış olabilir, ikinci kere okunamadı. Dağınıklığımı, her zorunlu alana birden girmemeye çalışmamı mazur görmeniz dileğiyle.)

İşi Gücü Olmayan İnsan Olamaz

Olgunlaşma, insan oluş hayata açık durarak olur. Hayatlanarak. Hayatla sınanarak, hayatta sınanarak.

Hayatı sınama, kendini sınama değilse bir oburluktan ibarettir.

Hayatsız yolcu, hayatsızlığın yolcusudur.

Hayatta en hakiki yol gösterici yine hayattır, hayatı reddetmemiş biliştir, kendini biliştir.

Kendini biliş hem kendini kurmaktır, hem de vazgeçilecekten vazgeçmektir.

Hem inşadır, hem de sadeleşerek incelme.

Hem dayanıklılık kazanmadır, hem de nefesten bile ürperen bir derisizliktir.

Çalışma, iş güç sahibi olma yaptığını doğru dürüst yapmayı, karşındakini görmeden hesaba katabilmeyi, ürettiğini kullanacak olanı düşünebilmeyi işin kendisine aktarmaktır. Ahlakı reflekse çavirmek, düşünceliliği, en düşüncesiz haline dahi yedirebilmektir.

İş güç sahibi olmak işsiz olmama değildir. Yaptığını düzgün yapanlardan olma, yaptığının hakkını verenlerden olmadır. Bir olma halidir. Annelik, çocukluk, insanlık hatta kedilik, serçelik bile bir iştir.

Aylakların dervişiliği, aylaklığa dervişlik olur.

Hayatı inziva ile kapatan, hapseden, inzivayı da doğru kullanamaz. Bu bir kullanmadır. İnzivadan öğrenme, inzivada öğrenme değil. İnziva hayat hapsetme değildir. Kuyuya iniş de değildir. Kuyu yu da değerlendirme, yoğunlaşmadır.

Hayattan kaçan, hayatı göğüslemeyen insanlara ne söyleyebiliriz ki, anlayış göstermeden başka? Yaptıklarının bir hakikati vardır. Sözümüz, itirazımız hakikatsizliğin, kaçışın sözcülüğünedir.

Olgunlaşma çilededir, çileyledir. Dert edinmekledir. Bu eziyeti seçmek değil, meselesi olmaktır, dibine iniilecek meseleleri bulmaktır. İnsan olanın meselesiz, sorusuz, sessiz olması insanlığı sindirme, kainata yayılma işidir. Sömürgeci bir sırt dönüş değildir. Bir ölü genişliğinde olmaktır. Daha geniş ve derin bir nefesi, neşeyi seçmektir.

Her derdi olanın, meselesi olanın, etrafına şahit olanın işi gücü vardır.

İşi gücü olmak, çalışarak, alınteriyle geçinmektir. Bu, işsizleri kapsamadığından daha dar anlamlıdır.

İşi gücü olmanın en geniş hali emeğinin dönüştürücülüğünü bilmek, emeği karşılayabilecek hiç bir ücretin olmadığını bilmektir.

Bu paha biçilmezlik, bu kıymet, karşılığında ne alırsak alalım, her daim, bir armağandır.

Vereceği olmayan, emek veremeyen, neyle insanlık alır, hangi yolla hazinelere ulaşır?

Çalışmayan insan, çaılşmayı sevmeyen, alınteri dökerek yaşamayan insan neye olgunlaşır?

Çalışan, işinin hakkını veren cömerttir. Ödeyen değil.

İşle kendini terbiye edemeyenin, terbiyesi ezbere terbiyedir, ezberde terbiyedir.

Söylediği, düşündüğü, andığı, hissettiği ne bir düşüncedir, ne de hakikati olan bir kelâmdır. Ezber, hakikatsizlik, hayatsızlık, hayatla sınanmaya kapalılık, kendini düzeltmeye kapalı olarak insanlığını ilerletme ideolojidir, yanılsamadır, hülyadır.

Rüyada incelen, riyada inceliyor değildir. Sınanmaları hissedemeyecek bir kalın derilinin, içeriden incelmesidir.

Mevlânâyı Eleştirenler Üzerine

Kim daha güçlü bir gerekçeyle geliyorsa, o hakikate daha yakın duruyordur. Diyeceğin bir şey yoksa, yergiye öfkeleniyorsan, hiddetleniyorsan kendi duruşuna yönelteceksin tepkini. Diyeceğin bir şey yoksa, haksızsın. Cahilsin. Ezbercisin. Gösteriştesin.

Hakikate daha yakın durmak, söylediğinde haklılık payı olması ne söylediğinin doğru olması anlamına gelir ne de haklı olmaya ölçüttür.

Yanlış, zıtlaşma, hattâ çarpıtma hakikati karartma değildir, hakikatin açığa çıkmasına davettir. Bu daveti kabulleneceğiz.

Hakikat bizi nereye götürürse, oralara savrulmadan çekinmeyeceğiz. Anlama isteği, sadakat bir biri ile çelişmez. İkisi de Hakikatten başka bir Hakikatimizin olmamasıyladır.

Mevlânâyı eleştirenlere, hatta Mevlânâya küfredenlere şiddetle, hiddetle yaklaşmak Mevlanaî bir tavır değildir. Musa ve Firavun, Ali ile Muaviye, Cahil ile Arif içimizdedir. Muaviyeyle kapışacak olan, kendi içindeki Muaviyeyle kapışır.

Mevlânâda Şeytan bile işini yapar. Olgun insana ne kötülüğü dokunabilir ki? Olgunluk kazanılmış bir şey görülmemekteyse, başı ve sonu olmayan bir çaba, kapışma, didinme, emeklemeyse. Yanılmak, yanıltılmak daha doğrusu yanılabilirlik, yanıltılabilirlik insana mahsustur. İnsanîdir. İnsan olma çabasının bir parçasıdır.

Kaldı ki eleştiri, itiraz şer değildir, kötülük değildir. Kötü olan övgüde de yergide de ezberden yola çıkmamızdır. Risk alamamamızdır, yola düşemememizdir. Eleştiriyi, menkıbeyi kendimizi teşhire, kendimize yer açmaya dönüştürmemizdir. Hakikatliliği bir kenara atmaktandır bu.

Yergi, eleştiri haksızlık boyutuna dahi varsa yanlış ve tehlikeli değildir. Yanlış ve tehlikeli olan övgüde bile iki yüzlü olmak, bilmeden konuşmak, söylediğini tartışmaya açmamak, sınamamak, sınamaya açmamak, hatadan vazgeçmemek, fikrini ve kendini düzeltmemektir.

Kâmil varsa, tekâmül de vardır. Olgunlaşma beşikten mezara kadar gider. Ölüm de. Hayat da. Hep bildiğini tekrarlayan neyi bilir ki? Kendini bilmeyen sadece kişiliklilikten vazgeçer.

Seni eleştirene şiddet düşüneceğine, kendini eleştiriye aç, tartıişmaya aç. Her itiraz daha büyük açıklıklar, daha geniş ufuklara kulaç atmanla sonuçlanmıyorsa, bildiğini at, terket, çöle vur kendini. Bildiğini atmak, sadece bir paranteze almaktır, varsayımda mümkündür. Her insan ezberini de beraberinde taşır. Ezberden bilmeye geçiş ise malumatfüruşluk değildir. Sınanmaya açıklık, açık duruş, derisiz duruştur.

Bunu bilmemekteysek neden "Hallaç, Hallaç!" demekteyiz halâ?

20 Nisan 2008 Pazar

Yok'un Yokluğu, Var'ın Varlığı

Mevlâna yok demeyi, var demenin zıddı olarak ele alır ve yok demenin de bir var demeye açıldığını, açılacağını ve önermenin bir varlık vurgulaması içerdiğini zıtları, zıtlıkları ele alırken ifade eder.

Yok ifadesini olumsuzlamak, yok'u yok'lamak, var oluşunun ifadesidir. Yokluk varlığa da açılan bir kapıdır. Yokluktan yola çıkan, varlığa da ulaşabilir, yokta da karar kılabilir.

Yok diyen, var demeyen, kendi iddiasını, duruşunu tartışmaya açtıkça, yanlışlanmayı, düzeltilmeyi, şaşırtılmayı da göze alır.

Ezberden yok diyen, ya da var diyen ezberi bırakıp ruhunu hakikate açmakta mıdır? Biz buna bakalım. Var diyen, her daim var olanın şahidi midir? İnsanı tanrılaştırmak, faniliğini unutturmak kimin işidir ki?

Bizim, dürüstçe savunduğunun arkasında olan, tartışmaya açan, yanlışını düzeltebilen, olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan
insanla bir alıp veremediğimiz yok.

İnanır ya da inanmaz, dürüstçe bir insan kardeşinin hatasını düzeltir, hakkını savunur. Kardeşin duymazken çığlığını, o imdada gelir.

Bize insan lazımdır. Dürüst insan. Eleştiriye açık insan. Sözüne itiraz edlimesine açık insan. Olduğu gibi görünen insan. Söylediğini kasteden insan, hatasını düzeltmeye açık insan.

Yalpalayan, sendeleyen, kendince doğru ama bizce yanlış şeye inanan, inanamayan ama kendini de eleştiriye açan insan bir belâ değil. Belâdan gelen, belâ getiren değil.

Kimi nerede bulacağımızı, kimin nerde olacağını ancak hakikate şahitlik etmeye ömür adamış insanların sezmesini bekleyebiliriz, o da gözden kaçırmazlarsa, iddialarını sezmeden ötelere taşımazlarsa, yanılmamazlık hırkasını giymezlerse.

Bir insanın, bir cümlenin işi insan öldükten sonra da bitmez. Okurunu ölümünden sonra bulan bir ömür gibidir söz, ifade, eylenen. Attığın ok sen toprağa düştükten sonra hedefini bulabiliyor. Gönderdiğin mektup bin yıl sonra alıcısına ulaşıyor. Bir fikrin, buluşun yüzyıllar sonra hayat kurtarabiliyor ya da dünyayı zından edebiliyor onca insana. Ömrünü tamamlamış bir insan için dahi konuşurken dikkatli olacağız, bu meşrep bizim.

İnsanlar için konuşmak, insanların insan duruşunu okumak psikolojik, teorik şu bu kategorilerle mümkün olacaksa neden iki yüzlülüğü, alçaklığı, namussuzluğu, riyâyı, sadakatsizliği saymıyoruz da insaların inananamamalarıyla uğraşıyoruz? Ki, riyâkar da vazgeçebilir, alçak dediğimiz de büyük insan olarak tamamlayabilir ömrünü. Bize iyi, dürüst, ahlâklı, hakkanî bir son garanti eden mi var? Gayreti bırakmaya, didinmeyi bırakmaya gelir mi?

Kimin kapıdan gireceğini tayin edebileceğini iddia eden birisi varsa önce o konuşsun, buyursun hiç durmasın.

İnsanları ve insanlığı yargılarken ne yaptıklarına bakacağız. Kendi sonumuzu bilemezken, başkalarınınkini tayin etmeye kalkışmayacağız.

Karşı çıkacağımız, inananın, inanmayanın, ikisinin arasında olanın, hattâ aklı başında olmayanın riyâsı, yalanı, dolanı, talanı, acımasızlığı, zalimliği, saldırganlığı, büyüklük taslayışı, sömürgeciliği, hırsızlığı olacak. Kendimizi onca iyi vasıflarımızla başkalarından daha az belâlı, daha az sorunlu, daha az kötüye meyilli görmedikçe, bir şeyler de söylemeyi vazife bileceğiz.

Konuşacağız. Yanlışımız varsa, düzeltmek üzere. Haktan, hakikatten başka bir patronaj yazmadan söze. Efendim.

29 Şubat 2008 Cuma

Dışlamanın Ontolojisine Yorumbilgisel Bir İtiraz Notu

“Hatalarımı görmeden beni gerçekten de doğru bulan kişi, oyuncaklar gibi beni pazara çıkarır, meth ederek satmaya kalkışır. Halbuki ben çarşı pazar ehli değilim. O işten bezmiş, usanmışım. Ben, beni inkâr edenin kuluyum, kölesiyim” (Mevlâna 2000: IV/136, Rübaî 494)




KUYUDAKİ KISSA. Yusuf kuyuya itildiğinde, atıdığında, itenlere bile bile sırtını döndüğünde, hattâ kuyuya kendisi indiğinde dünyasıyla, görebildiği ufukla, görünmeyen ama gösteren ufkuyla başbaşa kalır. Yusuf, sarsıntıya açık. Yusuf, hem herşeyin dışında kalmış gibi, hem de bütünüyle anlamanın içinde. Sabır, kendini bırakış, düşünme, düşünceyi uyutma, dışarıyı ve içeriyi ayırma ve birleştirme halleri kuyuda oluş hallerinden. Kuyudaki hayat da insan hayatı: Uzun zamanlılığını paranteze alan bir gündelik zaman içinde kendini terbiye ile geçen.

Kimi der ki “Çile yanlıştır!”, kimi de der ki “Çilehane hayattır!”. Kimi der ki “Sınırlar öğrenilmez!”, kimi de der ki, “Sınırlılık öğrenilmeden öğrenilmez!”. Öyle ya da böyle. Kuyuda ya da dışarda sınırlı, sonlu, sorumlu hayatlarla, hayatlarda yaşıyoruz, hayat buluyoruz. Kuyuda oluş genel anlamıyla bir eleştirel duruş. Bir mesafeli duruş. Peki bu mesafeli duruş yöntembilgisel, bir kereliğine tüm zamanlar için kazanılmış, kurtarılmış bir duruş mu? Hayır. Bu bir praksis içinde duruş (1). Yaşıyorsun, sonuçlarına varıyorsun, pratik sonuçları genişleten bilgeliği paylaşıyorsun. Evrenseller var ama, genel bir cümleden eylemenin cümle hakikatini çıkarmıyorsun. Yanıla, sınaya, deneye; yana yakıla; uygulama, eyleme çabasıyla, çabasında yaşıyorsun. Bir ezberin yok. Hata yapmama, yanlış anlamama, yaptıklarını, anladıklarını garanti altına alma şansın yok.

Her daim hayattasın, hayatlasın, her geçen an anlama imkânları açısından bir adım ilerdesin. Her anlama biraz da geç, genç anlama olduğundan. Her olan bitenin daha da iyi görülebileceği bir başka an var.

Bilmenin an’ı ile bilgeliğin an’ı örtüşmüyor ama. Bilmenin an’ı tarihin sonuna, bilgeliğin an’ı kendi sınırlılık sonluluğuna açılmakta.

AYDINLANMANIN ÖNYARGILARINDAN BİRİSİ hakikatin ele geçirilebilmesinin, kesinliğin mümkün olduğu görüşü idi, yeter ki doğru yöntemi bulalım. Sınırlı, sonlu, ölümlü insan ufku aşılacak; gözlem gözleyenden koparılıp bağımsızlığına kavuşacak; anlama açıklamaya, işlerliğinin pragmatiğine kaydırılacaktı. Doğa bilimlerinin teorik- teknik- araçcı-işlevsel kurumlaşması manevîbilimlere doğru ilerleyecekti. Zamanla belirginleşen farklılıklar, dogmatik olmayan arayışlar manevîbilimlere bazı özerklikler, farklılıklar yüklese de yöntembilgisel beklentilerden, hakikat iddialarını garantileyecek duruş arayışlarından, nesnellik iddialarından kaçınamadık.

Doğru duruşun, doğruluk yağdıracak, doğruluktan şaşırtmayan bir motoru, motoriği yok. Bir hatasızlık yöntembilgisi yok. Doğruluk garantörü dispozisyonlar yok. Ahlâkî, siyasî, sosyal eyleme bir metod işi değil.

Eylediğinin sonuçlarını belirleyen kararlarının doğru ya da yanlış oluşu değil sadece. Ahlâkî deneyimde tercihlerimiz kararkuramsal sorunlardan ibaret değil. Bir sorumluluktan eyliyorsun. Eylediğini takip ediyorsun, top takip eder gibi. Bazan da edemiyorsun. Sorumsuzluk dahi bir sorumluluğa bakış türü olarak değerlendirilebilirdi, eğer eylemeyle, belli bir eylememeyle yolaçabildiklerinin takibini yapsa, sorumluluk üstlenme eğilimini gösterseydi insanlar.

Anlamanın, anlaşmanın, toplum olmanın, uzlaşmanın, kaynaşmanın, sohbetin mühendisliği yok, bir söyleyeceği göstereceği olma halinin dışında bir beyliği, belirleyiciliği, makamı yok. “Bir itirazım var!” demek katılarak uzlaşmadan, anlaşmadan çıkıp tartışarak, ufuk kaynaştırarak anlaşmaya geçiş.

DOĞRU DURUŞ doğru sonuçlar, doğru çıkarsamalar, kararlar vermeyebilir. Böyle bir kendiliğindenlik yok. İnsan toplumsallaşmış, dilli. Bir diskurda (2), içinde sorgulamadığı bir hayat dünyasında, esiri olduğu altkültürlerde yaşıyor. Karar, verilen kararın takibi, eşgüdümü ve kararların toplumsallığı karmaşık süreçler, karşılıklı eylem(e)ler, geçerlileşme süreçleri, iddiasallar taşıyor.

PERSPEKTİF. Hakikati, hakikat iddialarını kendimizce bir yerlerden, bir duruştan vurguluyoruz. “Elikılıçlı Peygamber!” dedik, farzedelim. Bir dönemin ihtiyacından yola çıkmış olabiliyoruz, Peygamberin bütün özelliklerinden yola çıkarak değil de. “Kılıç” dediğimizde bir perspektifi devreye sokuyoruz. Yani, bir bütünü, bütünün kendisini, bütünsel/bütün görüşü değil.

Bütün, perspektiflerden görünenin toplamı değil. Hakikatin sonsuz, dilsiz, zamansız, mekânsız halinden konuşamıyoruz, insanlar olarak. İnsanlara açılandan yola çıkarak konuşuyoruz. Zamanın sonunda değiliz. Tüm zamanları bilerek konuşan bir durumda değiliz, sadece “zamanın çocuğuyuz”. Yorumumuz, yorumu reddeden bilirlik, bilme iddialarımız, hep sınırlı sonlu insan haline esir. Bu iddiasız, hakikatsiz, düşüncesiz, fikirsiz olmamızı gerektirir mi? Hayır! Hakikati bir yerden yakalamamız, bir başka yerden gelecek eleştiriye de şaşırmamamızı gerektirir. Anladık, ama bir anlamıyla yanlış anladık. Anladık, ama eksik anladık. Yanlış, eksik anladık ama gelecek soruları anlamlanış süreçlerinden koparmadık da.

YANLIŞ TERCİH. Diyelim ki son dönemde alevlendirilen bir anlayışa göre yanlış iş yaptım ve mevlevî olmaya karar verdim. Şehvetle teslimiyetçi, light-liboş ve turuncu iddiaların sahibi olarak ete kemiğe bürünüp mevlevî diye görünmem mi gerekir? Hayır! Genel iddialar doğru bile olsaydı, donanım meselesi var. İnsan tek bir alandaki tercihinden ibaret değil iddiası var.
Toplumsallaşma, sosyal roller, akıl fikir, memleket sevdası, araba sevdası, pilav yiyerek ve mesnevî okuyarak yeni hayata eğilen düşünce, insanlık kavrayışları, bilinçli bilinçsiz düzlemlerdeki aidiyetler, kaç kurtulculuk, ver kurtulculuk, al kurtulculuk, ez kurtulculuk, sus kurtulculuk, dayat kurtulculuk, sabır, tevazu, aşk, aşksızlık, heyecan, tuzukuruluk var. Herşeyden önemlisi de ahlâkî duruş arayışı, ya da ahlâkı küçümseme, bir alandaki önemli tercihlerimizin otomatiğine bağlanma, indirgeme, indirgememe var! Bunların dışında aldırmamazlık halleri de var ki konu edinmemekteyiz.

Aynı kavramsaldan, Ali Şeriati’lerin teslimiyet çıkarmadığının görülememesi ise şaşırtıcı. Farketmek için aynı düşüncede, mezhepte veya eğilimde olmak mı gerekir? Bir karşı örnek, bir modeli/teoriyi yanlışlamaya yetmeliydi!

TARİKAT, DİN, İNANAN, İNANMAYAN. Mevlevîlik bir din değil tarikat, dini temel alan bir tarikat olarak görülmelidir. Dinin yanında tasavvuf sadece bir ayrıntıdır. Mevlevîlik çeşitli kollara ayrılmaya çalışılabilir, şu ya da bu dine eklemlenmeye çalışılabilir ama, mevlevîliğin kodu kültürel kodumuzla kaynaşmıştır ve meşruiyet krizleri, ayrıştırıcı müdahaleler toplumsal sorun haline gelebilecek durumdadır. Bu ileride genel bir gelenek tartışması, yada krizteorisi içerisinde ele alınabilir. Mevlevîlîk üzerine düşünmem, okumam bir gelenek üzerine düşünme, gelenek eleştirisi içindedir, spekülatif değildir. Eleştiri, karşı taraftan bir öğreneceğinin olduğunu kabullenme, kendi ufkunu sınanmaya açmaktan ibarettir, buradaki anlamıyla.

Din herkese açık. Tarikatsa herkese sadece ilkede açık (3). Buna uymayan dinler olabilir mi? Evet. Buna uymayan tarikatlar? Evet. Burada analitik bir ayrım yapıyoruz o kadar. Bir dine girmek isteyene “girmek zorunda mısın?” dedirtecek çok şey olabilir. Tarikatın da göreceli kapalılık iddasını güçleştirecek durumlar düşünülebilir. Önemli olan şu: Dine inananlar, iman edenler homojen bir duruş, dine bire bir tekabül eden hayat tarzları yerine çoğul/çok katlı kültürlerde, bilimsel paradigmalarda, naifçe özümsenmiş hayat dünyalarında, farkında olmadan taşınan önyargı sistemlerinde yaşayan insanlardan oluşuyor. Orjinal metin, orijinal iddialar reddedilmediği halde de facto diyebileceğimiz bir biçimde heterojenitelerin, hattâ heterodoxilerin içinde de bulabiliyoruz insanlığı, inananları, inanmayanları. Eleştiri kendisine yönelmeyi unutmamalı diyoruz.

İnanan-inanmayan ortaklıkları bazan şaşırtıcı. Başkalarıyla da paylaşılan, ama cemaatin alanı olarak görülen düzlemler, katmanlar hayli fazla. Tarikat belli homojenite bekletse de cemaatın hayat tarzında, yanıltabilecek, yanlışlayabilecek çok katlılıklar, farklı içiçelikler ve tarihsel kristallenmelerin zorlamaları her daim söz konusu (4).

KENDİ GÖK KUBBEMİZDE BAKİ KALAN. Tasavvufî kalıntılarımızın, kalanlarımızın kültürümüze bir başka yerden, bir başka ilgiden bakan tavırları; musikîmizin, “eski sanatlarımızın” inceliklerini yaşatmaları, rituallerimizi, sohbet, yeme içme adetlerini artikule etmeleri; dünya görüşleri, zevk anlayışları, estetik iddiaları, hayat tarzları, kültür pratikleri ve pragmatikleri bir merkezkaç eğilimini stabilize etmekteydi, bir denge unsuru idi. Son izleri silmekteyiz. İçi boşaltılmış makam seyirleri, ve dönen içi boş tennureler kalacak gök kubbede.

Kültürün taşıyıcılarından olmak, bir anlamda geçmişin yaşayan müzelerinden birisini oluşturmak kimselere bir ayrıcalık hakkı vermez. Taşınanı tartışılmaz kılmaz, fakat, onu eleştirirken kullanılan terminolojinin gerekçelendirilme süreçleri kendisiyle sunulan iddialardan bağımsız temellendirildikçe, iddiaların doğruluk yanlışlığının irdelenmesine de öncelik verilemez. Birlikte yaşayan insanlar birbirlerine bakışı sömürgeselleştirecek, varolanı dışlayacaklarsa, bugüne kadar kendi göbeklerini kendilerinin kestiklerini düşündüreceklerse, kültürlerini istediklerinde yarattıklarını, bir tercihle bir birikimin kendiliğinden doğacağını, ya da iradeyle şekillendirilebileceğini (explicit, implicit) ifade edeceklerse, ufuklarının saydamlaştırılıp tematize edilebileceği hülyasıyla yaşıyor olurlar.

ÖTEKİLİK, BAŞKALIK HAKKI. Her doğudan yola çıkan perspektif, “başka doğu”ların varlığının garantörü olmamızı zorunlu kılmayabiliyor. Birbirimizi kolaylıkla dışlayabiliyor, keyfi olarak tanımlayabiliyor, “konuşan konsensus”u kendisini tartma yerine kendisinden vazgeçmişlik kategorisine çekebiliyoruz.

Soğuksavaş dönemi ve sonrasındaki tanzim kaotiğinde dışlayıcı suçlamalar istisnasız alevî-bektaşi geleneğe yönelirdi. Hem oyunu okumayı öğrendik, hem de “ötekiliğin” bir teslim oluşun vücutlaşmasıymış gibi sömürgeselleştirilemeyeceği ortaya çıktı. Sivastaki diri diri yakma olayından sonra bu tip gerekçelendirme ve gerekçe kurma tarzlarına tepki göstermek ilk akla gelen direniş adımı olmalıydı. Eleştiri, kaygı, hattâ tepki kendine daha nüanslı, dinleyici, anlayıcı ifade biçimleri edinebilir. Dilde özen bekliyoruz, bu da bir direniştir, teslim olmama, teslim etmeme gayretidir! Dışlayıcı sosyal ontolojinin primordialitesi olabilir mi?

Kendi doğru bakışımız, duruşumuz üzerinde titreyebiliriz, ama bunu kendi özel, siyasî, sosyal önceliklerimizden, önyargılarımızdan kaynaklanan yorumlarımızla karıştırmadan nasıl başkalarına dayatabiliriz? Doğru apriori var diyelim, “apriori”ye “hayatdünyası apriori”dekiyle özdeş olmayan, ama ona benzer bir tarzda yan anlam vererek. Bizde ifade bulan bu “doğru”nun kendisi midir? Önyargılarımızla buluşmuş harmanlanmış hali midir?

Tartışma kaçınılmazdır. Açık duruş, yanılabilirlik iddiaları, tevazu, doğruya zarar verme dileğinden değil, insan olma halinin bilincinde olmamızdan kaynaklanmaktadır.

SÖMÜRGECİ-KURTULMUŞ SÖYLEM. Aşkın diyalektiği ile Mevlevîler tevhidi düşünüyorlar. Şehvet iddiası sufilerin eğri yaşadığı düşüncesinden veya kültür-edebiyat tarihi analizlerinden yola çıktı diyelim. Eleştirilecek ne varsa eleştirilir, ama, sömürgeci-popülist iddiasalın doğuya karşı repertuarının da “şehvet”, cinsiyetçilik, erkek egemenlik, cinsel köleleştirmecilikten oluştuğu unutulmadan! “Kurtaran” kavramlar, “eleştirel” terminoloji ama “tek yanlı kurtulmuş” bir söylem ve sömürgeci bağlam: Hangi naif, ayırt edemeyen, hakikat arayışı ile ideolojiyi, propagandif retoriği ayrıştıramayan insanın kafası karışmaz? Tematik hep aynı ezberden sunulmakta: Peygamberin evlilikleri, cennetteki huri ve gılmanların anlamı, gılmanın arkeolojik etimolojisi, nikâh hukuku, eşitliğin popüler hukuku ve tarihi, fetva tarihi. Açıklanmış, cevaplanmış olgular, yeniden yeniden dolaşıma sokuluyor. “İyi kalpli fonksiyonalist” açıklamalar ya da herhangi bir pragmatikten açımlamalar yeni komplikasyonlara, ya da geçiciliklere yol açabiliyor.

Açıklamada hakikate hakim olamayışımızdan kaynaklanan geçicilikler doğal. Açıklama ile anlamın örtüşmemesi de. Tartışmaya devam ihtiyacı da anlaşılır. Ama, burada geçicilik bir kereliğine tüm zamanlar için konuşma iddialarıyla, sorular arifane olmayan bir tecahülle sunulup duruyor. Cevabını almış soru hiç cevap almamışçasına gündemde; sorusunu yakalayamamış cevap ha bire uçuşturulmada. Şimdi, bu tarz yaklaşımın boşa çıkarılması mı söz konusu bu dergideki radikal (tasavvuf ve) mevlevî karşıtı yazıyla, öne çıkarılması mı?

Seçmecilik, eleştirel bir anlama tarzının ifadesi değildir. İddiasallığın sorgulayıcılığı kendi ufkunu bypass etmemelidir. Açıklamanın aceleciliği anlama çilesinin önüne geçirilmektedir!

İddialı bir tartışma açıyorsak, ufkumuzu da olabildiği kadarıyla buluşmaya açmak; tartışma dilimizi doğal, dil eleştirisini de bir çeşit (idealist v.b.) kuruntu olarak görmemek gerekir.

Kuşku, tereddüt varsa, sunulur, tartışılır. Ancak ufkun kendisi, bakışın kendisi sorgulanmaya açılmadan olmaz. İçinde düşündüğümüz ufuk kutsallarımızın ufku değil, kendi sınırlı insanî ufkumuzdur çoğu kez. Kutsallaştırdığımız kendi ufkumuz olabilmekte, kutsallarımız ise gölgede kalabilmektedir.

Açıklanamaz, tartışılamaz bir konu olmaz, olamayacaktır. Ama açıklayıp kurtulamayacağımız çok şey olacaktır. İnsanız. Anlama, anlatma, açıklama tanrıları değiliz!

YİNE DE, “NE OLURSAN OL GEL!” Sözün Mevlânaya ait olmadığı iddiası arada bir unutulsa da (5, artık mevlevî bir şiar , insandan umut kesmeyişin kapısında. Aşk şehvetle karıştırılabilir, hattâ bu iddia unutulup tasavvuf içekapanıcılık, dünyadan çekilme şeklinde bir kaçışçılık olarak da ele alınabilir: Bunlar memleketimizde olağan şeylerden. Vahdet-i Vücut’la ilgili çatışan teoriler olduğu sunulmayabilir, Şems’in hululilikle ilgili eleştirileri hep gözardı edildiği gibi. Mesnevinin Asyadaki, özellikle Hindistandaki algılanışıyla ilgili çetrefilli sorunlar ve eleştirilerindeki aynı orandaki abartılar derinlemesine ele alınmaz

Başkalarının beni konusunda dolgun detaylar sunan, hakikati insanın söylemselliğinden ayırabilen, insanın hakikatini, dilselliğini görebilen bir gelenek(6) için öznelerarasılığın mekanizmalarından kaçıyor diyenler olabiliyor. Bu, terbiye, edep, kendini bilme v.b. reddediliyor demek anlamına da gelir. Oysa, tersine, başka bir paradigmada toplumsallaşma ve insanlararası interaksiyon böylesi bir dille ve dilde ifade edilmektedir. Soran, sorgulayan sorular kişiselliğin alanında değil bireyselliğin alanında daha verimli olabilecektir (7).

ANLAŞILMASI GÜÇ OLAN mevlevîliğe de fiilen dayatılanları mevlevîliğe mal ederek, geniş anlamıyla tasavvufa yükleyerek, “proje”yi ve teslimiyetçiliği kestirmeden başarılı kılmaya, bir direnişi söndürmeye çalışabilmemiz. Teslim ederken teslimiyeti eleştirenlerden olmadığımızı göstermeliydik, göstermeliyiz!

Doğunun bütünselliğini yitirmesini daha da derinleştirmemizle ortaya çıkacak hasar, Mevlevîliğin “light din” oluşundan daha ciddi boyutta olacaktır. İddialar iddia boyutunu aşmaktadır.

YEŞİL KUŞAK döneminde “sert” din “yumuşak” dine tercih edilmişti. Bu yumuşaklık şimdinin “light”ı değildi, “kadercilik” diye aşağılanan, kendini kullandırmayan bir yumuşaklıktı. Sabrın, sabırda yaşamanın dünyasıydı. Haysiyetli bir yanımızı daha kaybetmiş olmadık mı? Seve seve âdeta ve maalesef tarihin kaçınılmaz akışıyla açıklaya açıklaya.

Karşı duruş, kendisi oluşta akışı reddetmek zorunda mıdır? Bir kültürde oluşu, bir kültürle yaşayışı. Direniş, kendisi olmayı bırakışla; izleriyle dahi doğunun sanatını, inceliklerini musikisini, zevkini, ölçüsünü, tad’ını, hadlerini, sadeliğini, (sadelikteki) ihtişamını, tarzlarını, anlayışlarını ve bunlara itirazların inceliklerini sürdürmemizi terkle olmayacaksa, devam eden iç boşaltmaya bağlayabileceğimiz umut nedir?

ORTAK GEREKÇE HAVUZU. Evet, bazan Mevlâna üzerine yapılan tek yanlı çalışmalar, Mevlâna düşmanlığına malzeme veren kaynaklara dönüşebiliyor, Mevlânanın kendi projesi gözardı edilebiliyor, ikincil eserler eleştirel bir okumaya tabi tutulmayabiliyor. Mevlânayı onlarla eleştirdiğimiz gibi, onları neden Mevlânayla gözden geçirmiyoruz? Bir yasak mı var? Mevlânayı savunurken ya da redderken çoğu kez aynı gerekçelerin, ortak bir gerekçe havuzunun kullanılması “toplumsal uzlaşma”mızın gereği midir?

Sözü dinlendirelim, artık:

Canım bedenimde oldukça Kur’ân’ın kölesiyim ben
Muhammed Muhtar’ın yolunun tozuyum toprağıyım ben
Her kim ki benim sözlerimden başkaca bir söz naklederse
O sözden de, o sözü nakledenden de şikayetçiyim ben (8)

DOĞU, değişik dinlerden dindarları, dinsizleri, sufileri, entellektüelleri, antientellektüelleriyle; milletleri, kavimleri, dilleri, tarihleri, hayat dünyalarıyla doğu. Karşımızdakinin bize bir söyleyeceği olabileceğini unutmadan içinde buluşacağımız, tevazuyu aşan iddialarımızı yenmemize imkân veren, bizle kendisini sınayıp sorgulayan bir dünya olmalıydı.

Kaynakça
Habermas, Jürgen. 1981. Theorie des kommunikativen Handelns, Band 2, Frankfurt: Suhrkamp. Gadamer, Hans Georg. 1990. Reply to My Critics, Trans. G.H. Leiner, in The Hermeneutic Tradition, eds. Orminston, G. L., Schrift A. D. , New York: SUNY Press, pp. 273-297.
Mevlâna Muhammed Celaleddin-i Rumî. 2000. Divan-ı Kebir (Şeçmeler) Cild 4, Çeviren: Şefik Can, İstanbul: Ötüken Yayınevi.
Mevlâna Muhammed Celaleddin-i Rumî. 2001. Rubailer, Çeviren Şefik Can, Ankara : TC. Kültür Bakanlığı Yayınları, ISBN 975-17-2667-0.

Dipnotlar
1 “Praksis” ve “fronesis” gibi kavramların kapsamlı ve kısa bir analizi için bkz. Gadamer ( 1990: 273-297 ).
2 “Söylem”le tam karşılanamadığından dönüşümlü olarak kullanıyorum, şimdilik.
3 İnsanlar tarik olmak, tarik yapılmak zorunda değil. Tarikatlar önüne geleni “tarik yapma” zorunda değil. Vurgu “insan ol!”, “kendin ol/kendini bil”, “kendini bilerek kendinden geç!”, “sadık ol”da olmalıdır zaten. Belli bir olgunluk, tercih olgunluğundaki insanlarla yüz göz oluş kendisini eskisi gibi bir okul olarak görmemenin de ifadesidir.
4 Klasik-modern/modernist tarikatlar arasında ayrım yapılabilir, meşruiyetin dolaşım kanallarındaki fark gösterilebilir. Bu yazıda ihmal etmek durumundayım. Modern/modernist tarikatların ilgi alanımın dışında olduğunu da belirtmek istiyorum.
5 Sözün/Rübaînin Ebu Said Ebu'l-Hayr'a ait olduğu iddia edilir. Diyanet Dergisinin “Sevgi Medeniyetine Mevlananın Çağrısı” başlıklı sayıda da (Mayıs 2007) yeniden öne sürüldü. Rübaînin (ahlâkî ve hukukî deneyimin alanlarından) çözümlenmesine yer veremiyorum.
6 Mevlânanın düşünce tarzı dinamik/diyalektik. Görmek için batılı göstericiyi bekliyoruz. Düşünce batıya bıraktığımız ve saygıyla içinden çekildiğimiz bir alan. Felsefemiz yok derken adeta bir yasağın imperatifini tefrika ediyoruz, ”olmalı !” vurgusunu değil. Mevlânanın öznelerarasılık, zaman, dil, tarih ve evet, felsefe anlayışı işlenmeye hazır bekliyor!
7 Bireysellik-kişisellik ayrımı ve öznelerarasılık sorununa kapsamlı bir giriş için bkz. Habermas (1981: 9-169).
8 Krş. (Mevlâna 2001: R1311)


(16 Ocak 2007- 9 Şubat 2008)


(Metin kelime sayısı sınırlandırılmış bir yazı, bir dergiye itiraz notu, makale olarak hazırlandı, karşılıklı saygı içinde yazının redakte edilemediğini düşündüğümden, söz hakkına saygı gösterilmesinin yeterli olmayacağını düşünerek yayınlatmaktan vazgeçtim.

Düzeltmesiz, ya da kendi düzeltmelerimle yayınlatma hakkım vardı, kullanmadım. Benim için eleştiriye açıklık önde gelir. Karşı tarafın taleplerini karşılayamayacağımı, her olumsuzlayışımı açıklamamın imkasız olduğunu gördüğümden, karşı tarafın bana diyecek birşeyi olduğunu kabul etmemin yetmediğini, benim de diyecek bir şeyimin olduğunun düşünelemediği sonucuna vardığımda yayınlanma aşamasında yazımı (geri) çektim.

Tepkisellik ya da alınganlık olarak algılanabilir, önemli değil. Benim için önemli olan insanlararası ilişki, saygıdır. Bana yapılanı reddedişim, benden sonrakilere, hatta bana haketmediğim şekilde davrananların kendilerine aynı şeyler yapılabileceğindendir.

Yazımın reddedilmesi, ama zamanında cevap verilmesi, yeterince bilgilendirme, birilerini ihtiyaç duyunca bulabilme, gönüllülük, üslupta hoşluk tercihimi cezbederdi.

Kafkanın Şatosundaki nerede olduğunu bilememe, önemli bir şahıs mı, bir mahkum mu olduğunu kavrayamama haline, sıradan insanlığımız içerisinde sıradan diyaloğumuz, sıradan saygı ve kapı açıklığımız tabii ki yeğlenir.

Bir kapının insanları itekleyerek açılmasına, kimseyi incitmeden, kibarca yolu tarif ederek, gülümseyerek kapanmasını seçenlerdenim.

Yazıdan dergiye ve oradaki makale/makalelere atıflar çıkarıldı.

Dipnotlarla zenginleşecek, kopuklukları yaratan kısaltmalardan kaynaklanan boşluklar örülecek, zor anlaşılır kavramlar açıklanacak, bazı göndermeler sanatlı olmaktan çıkarılmasa da belirginleştirilecek.

Bu kısaltılmış, sterilize edilmiş yazı bir makaleye dönüşebilir mi bilmem. Bir deneyeceğim.

Bu yazı sayesinde bazı gerekçelendirme stratejilerini gözden geçirmiş olduk.

Yazının kopyelenmemesini, bu yapılırsa, en kısa zamanda düzeltilmiş metinle değiştirilmesini rica ediyorum. Metin tamamlanmamış olarak düşünülmelidir.

Bazı kısaltmalarsa diplomatik nedenlerle, duyarlılıkları incitmemek, daha fazla düşünebilmek için yapılmıştır. Dogmatik bir kaygı yoktur arkasında.

Yazıyı bana defalarca eleştirme nezaketini gösteren Enis Diker'e teşekkürlerimi sunmak istiyorum. İşini gücünü ihmal edip, ayrıntılar üzerine fikir belirtti. Sürekli değişen bir metnin eleştirileri işiten bir dile dönüşmüş olması söz konusu olamıyor. Bir sorun çözülürken, başka bir yerde açık verilebiliyor.

Mevlevilikten konuşan bir insan değil, mevleviliği geleneğimizin bir parçası olarak gören, onun kendisine söyleyeceği birşeyler olduğunu düşünen bir insanın eleştiriye açık yazısı olarak okunmalıdır.)

12 Şubat 2008 Salı

Avam Kimdir?

Halkın yanında yeralmak bir halkoluşun, halk olmanın anlamını bilmedendir.

Halkı dinlemek, halka dikkat etmek, halkın yanında yeralmak başka, halkçılık başka bir şey.

"Avam halktır, uzak durun!" demeye mecbur muyuz? Avam halktır diyenlere "Elitizm bir çeşit sömürgeciliktir!" demeyecek miyiz? Bütün ayrıcalık ve güzellikler elitlerin sığ, kültürsüz, bayık dünyaları için mi sunulmaktadır? Böyle bir tabiat kanunu, hukuk(suzluk) kimin adına ortaya atılabilmektedir?

Dil halkın hayatında gömülü. Dili olanın halkı da olur.

Avam kavramı halkı hakettiği herşeyden uzak tutmak için kullanılıyor, sanki cennet, cehennem dahi sınıflı bir toplumun kompartmanlarına ayrılacakmış gibi.

Evet avamdan uzak durmak lazım. Selamsız sabahsız aydından. Sözünün arkasında durmayandan. Destursuz çiğneyip geçenden. Olduğu gibi görünmeyen, göründüğü gibi olmayandan.

Yarım aydın ve bir karakteri, karakteristiği olmayan, anlamayan, paylaşmayan, insafa gelmeyen, anlamı kendi dünyasına esir eden, sözü iki perdenin arasındaki rehineye çeviren elit mi onca sözün, güzelliğin, inceliğin muhatabı, sahibi, hamisi?

Boğulan bir insanı kurtarmak için uşağını gönderen avamdır, kendisi daha sağlıklıysa, daha iyi yüzme biliyorsa. Savaşlara gündelikçisinin çocuklarını gönderen, kendi çocuklarını vergisi ödenmemiş arabalarda sarhoş dolaştıran avamdır.

Başkaları için canını vermek, yükü sırtında taşımak, komşularının pisliğini temizlemek, hayatı göğüslemek, başkalarına yedek parça olarak çocuk okutmak durumunda olanlara mı burun kıvıracağız?

Manilerle atışanlara? Hikmete boyun eğenlere. Bin yıllardır esir edilememişlere?

Avamdan, evet, uzak duralım bazan, zihin sağlığımız için, düşünceyi esir etmemek için, fikri praksisden koparmamak için. Renksiz, kokusuz, insanı maşayla tutan, acımasız, aşksız, merhametsiz, anlayışsızlardan uzak duralım, uzak tutalım filizilenmekte olanı, don vurmuş fidanı, kadife gül yaprağını.

Mirasımız duvara asılacak, dondurulup saklanacak, eş dost meclisinde açılıp kapanacak, içine saman doldurulacak nesnelerden oluşmuyor. Gebe bırakan söz'den bahsediyoruz! İnsanın insana sorumluluğundan, kendi sorumluluğundan bahsediyoruz. Hayatımızı değiştirmeye, şekillendirmeye olan ihtiyacımızdan bahsediyoruz.

Kitaplarımız sadece filolojik metinler değiller. Bu dilin filologları da olacak. Ama bu kitapları okuyan yaşayan, canlı, dertleri olan insanlar da olacak.

Hakikatin bazan dost meclislerine kapatılmasının lazım geldiğini düşünenler çıkabiliyor. Hakikat nereye sığar? Bir kitabın, sözün bilgeliğin hakikat iddiası nasıl olur da o sözün inceliğine esir olur? İnce olan zaten hakikatliliğin ta kendisi.

Avam, okuma, bilme ile hayatı, tecrübeyi birbirinden koparandır. Avam, halkının hakikatine sırt dönendir.

"Ben onlardan değilim"lerle sadece bir safllığı, uyurgezerliği ifade edebiliriz, köksüz, eleştirisi olmayan, eleştirelliği olmayanın duruşunu. Sorumluluğu olmayan sömürgeci ve sorumsuz tebaa ne kendini eleştirmektedir aslında ne de geleneği.