21 Ekim 2009 Çarşamba

"İlim Kendin Bilmektir" de Ne mi Var?

"Bunda ne var diyor" birisi. "Şairdir, hissidir, fazla birşeyler arama!"ya getiriyor öteki, yarım ağız savunmasında. "Şairdir!" diye kimlerin aşağılanmaya çalışıldığını unutmuş görünerek.

Bunda ne mi var? Söylenebilecek herşeyin özeti var. Felsefenin, tasavvufun, yorumbilgisinin kovaladığı herşeyin. Ve Mesnevinin.

Yunanistanda tapınak kapısında şiar "Kendini Bil!". Bizde "yeni zamanlara" kadar şiirde, hayat tarzında, insan duruşunda şart koşulan şey, kendini bilmek. Bir duruşun, birbirinden kopyalanmamış iki ayrı kolu. İki ayrı bahçecilik.

Tasavvuf, insan olma, kendini bilme çabasının dillerinden birisi. Dinin kendisi değil. Felsefe de değil. Oluşun, oluşmanın praksisteki düşüncesi.

Ne bizimle başlayan, ne bizde biten, insan olmanın yükümlülüklerinden, derdinden ve imkanlarından yola çıkan insanın sesi. Çarpılabileceği zemini unutmadan doruklarda gezinebilenin işi. Neşeyi, sevinci, aşkı "görmeme, farketmeme ve unutkanlık" üzerine kurmama.

"Kendini bilme"yi küçümseyenin ilmi nedir, ilim bilmek ise?

Yunusun, ilim bilmeyi kendini bilmeye, praksis'e, fronesis'e bağladığı şiir okunarak bunda ne derinlik var şimdi diye alay ediliyor. Savunulan da sanırım felsefe, düşünce, kelam olmalı. Onları "bildikten" sonra söylenmiş bir şiir olduğunu okuyamadıktan sonra?

...

Yunus tek bir kişi mi değil mi bunların burada pek önemi yok. Bir Yunustan yirmi Yunus çıkarsak ne değişecek? Derin, çetrefilli bir sorunun hazmedilmiş, kavranmış, farkedilmiş şiiri. Ne güzel şeyler söylenmiş insan dilinde!

...

Yunus, Rabia Hatun "cahil" olsalardı, ümmi anlamında ne önemi olurdu? Hayata hakkaniyetle, hakikatlilikle, riyasız, yalansız, kibirsiz bakan insanın kendisini diğerlerinin tecrübesine ve tecrübesini de diğerlerinin tecrübelenmesine açması sıradan bir iş mi? Hayat sahibi insan, tecrübenin yetersizliğini, bilginin körleştiriciliğini görecek kadar tecrübe ve bilgi sahibi olmuş insana kim cahil diyeblir?

Birilerinin dediklerini, halk nezdindeki yerlerini savunur gibi yapmak için şairliklerinden dem vurmak pek hoş değil. Şairdir, hamdır. Molladır, hamdır. İnsandır, hamdır.

Pişkindir, hamdır. Pişmekte oluş, pişkin olmak değildir, ateşte, tavda, yolda, gayrette, ter dökmede oluştadır. Pişmek devam eden bir iştir, beşikten mezara. İnsan oluş, terbiye ömür boyu devam eder.

Halk bunu seçmişse, bu halka avam diyen avamdır.

Olgunlaşmak soyluluktur. Soyluluk miras edinilmez. Geleneğin sorumluluğu üstenilirse, içi doldurulur.

Aşk, düşüncenin düşmanı, rakibi değildir. Aşksızlık, sorumsuzluk da bilmeyeni bilir yapmaz.

Sen bilmiyorsan, anlamıyorsan, senin bilmediğin, anlamadığın söz konusu ettiğin. Meselenin aslı değil.

Eleştiri, anlama, kavrama çabasının içindedir. Aşk işidir, hakikat işidir, ezber tanımaz. Sen istersen yine de anlamaya çalışmadığını yaftala dur.



(İleride "Yorumbilgisi"nde "kendini bilmek, had bilmek" gibi kavramları ele almaya çalışacağız)

15 Ekim 2009 Perşembe

"Olduğun Gibi Görün" İle İlgili Olarak

"Olduğun gibi görün göründüğün gibi ol"u bugüne kadar daha çok sanırım felsefi/dilbilimsel anlamıyla ele alma durumunda oldum. Nedeni iletişimi "garantileyen" karşımızdakinin söylediğini kastettiği ve kastettiğini söylediği önkabulüne (Habermas'ın metodolojik anlamda ütopyası!) temel hazırlayışı.

Mevlâna metodolojik bir önkabulle uğraşmıyor. Riyadan, ikiyüzlülükten, takiyyeden, şişinmeden (Kurbağa ile Öküz Hikayesindeki gibi), inanmadığımız şeylerin sözcüsü olmamızdan (çok kimliliğin ahlaki anlamda savunulamayacak hallerinden) kaçınmamız gerekliliğinden dem vuruyor.

Bir başka deyişle: Tevazu içinde, belki bazan öfkemiz içinde, belki bilgimizle ya da cehaletimizle kuşanmış olarak ama değişmeye, dokunulmaya, hitap edilmeye, itiraza kendimizi açık tutarak.

İnsan hep bir proje. Olmaya çalıştığı bir şeyler var, olacağı bir şeyler var ve biz insanı ne olduğu ile değil, ne olacağı ile bir bütünlükte ele alıyoruz.

İnsanın kendini ele alışı ile algılanışı farklı. İnsan insana itirazla kişiliğini oturtuyor. Olduğu gibi görünen insana olduğu gibi görünen (buna gayret eden) insanın bakışı Sartre'nin "garson" örneğinden ya da "parkta oturan adamdan" farklı. Şahit olma ile tartışmaya çalıştığım ancak onu aşan bir başka kategori işin içine giriyor: Bizi/beni/onu anlamaya çalışan bakış'ın arkasındaki insan. (Buradaki bakış elbetteki Sartre'deki gibi algısal/perseptüel değil.)

İnsanın yarım oluşu, tamamlanmamış kalışı, sanırım, bir tasarım oluşundan başka anlamlar da taşıyor. Hem zamanı yetersiz, hem de son'u bir tamamlanmışlık değil. İnsanın hayat tasarımını ihmal eden bir bakıştan da bu kabul edilebilir.

İnsanı ezen, abluka altına alan sömürgeci bakış, tepeden bakış, tahakküm ve zulümden bakış unutularak "olduğu gibi görünmeme", riya, büyüklenme, kibir yeterince algılanamaz.

İnsanın kendisine yaptığı değil de (iki yüzlülük v.b. ile) insana insanlığa, insani diskura, dile, gerekçelendirmelerimize yaptığı ettiği ile değerlendirirsek olduğu gibi olma sorununun "kurucu" önemini daha yerinde tartışabiliriz sanırım.

"Olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol!", bir tamamlanmışlık, aynı noktada inat içermiyor. Akışı doğal gören, akanı ve değişeni de zaten bir ve aynı oluşun akışı olarak görür.

Tanpınarın bahsettiği ve Bergsonda aranan "akan derede yüzen", hep değişen ve aynı kalan insan Mesnevîde tekrarlanır durur.

"Olma", "özdeşlik" bizim geleneğimizde bir sabitlik, durağanlık, kesitte dondurmuşluk sorunu değildir.

Evet, Mevlananın ele aldıkları derin felsefi ve disiplinlerarası sorunlardır, hayatı şekillendirmemize, praksise bağlı olarak ele alınırlar, bilgi çıkarım yapmaktan çok genişletilmek, yeniden düşünülmek için vardır.

(düzeltilmesi gerekiyor)

5 Ekim 2009 Pazartesi

Suya Sabuna Dokunmayan Gelenek?

Saçmalıyorlar.
Ne uzak ne de yakın tarihin farkındalar.
Ne düşüncenin duruşun, eylemenin izini sürebiliyorlar, ne de insan oluşun sancısını.
İnsan oluşun, olgunlaşmanın alanı, hayata açıklıktır.
Karar vermenin alanı soğukkanlılığın ve çok katlı eyleyişe açıklığın alanıdır.
Karar veren hızlı tavır alabilecek kadar akışın içinde ve gaza gelmeyebilecek kadar dışındadır.
Her halin bir meşruiyet kazanma noktası vardır.
Meşruiyetini kaybetmiş görünen sabun köpüğünden payandayla ne kadar ayaklandırlabilir ki?

Bir yanımız asla ürpermezken, öbür yanımız dağlarda, çöllerde, bataklıklarda gezdi.
Bir yanımızın zamanı başkaydı, öte yanımızın zamanı başka. Ama aynı esir kamplarında, aynı hendekte, tabyada, emekte.
Aynı anda hem o hem bu olmayan nasıl dinler, direnir, savaşır, barışır, bağışlar, yanılır, farkeder, yollarda kalır, yol açar?

Yakın (ya da uzak tarih) yazıldı mı sanıyorsunuz siz?
Gerçek düşünce tarihimiz hakikatiyle, hakikat iddasıyla ele alınabildi mi henüz?

Ne kesişme noktalarının farkındasınız, ne gerçek iddianın, ayrışmanın, yeniden şekillendirmenin.
İstediğiniz şey, kendi bakışınızı da eleştirebildiğinizde farkedilebilecek bir şey.
Yanıbaşınızda. Başucunuzda.
Çiğneyip geçtiğiniz halde ezemediğiniz ruhunuz.

Suya sabuna dokunmayan dediğiniz kadar suyla sabunla uğraşan görmedi dünya.
Demek bilmediğiniz, farketmediğiniz yok, olmamış, boş?
Tanrısal bir göz taşıyorsunuz yani, bilmediğiniz, göremediğiniz yok?

Hakikat indirgenemez. En basit halinde anlaşılır kılınsa da.

Zamanı gelir. Konuşması gerekenler konuşur. Susmasını zamanlarda öğrenmiş olanlar.

23 Ağustos 2009 Pazar

Mehmet Emin Holat ve Semazen Üzerine


Semazen bir kültür kurumudur. Asitanedir.

Semazenle kopyeleri özel arşivlerde kalmış eserlere ulaşabildik, fotokopi takas edebildik, nota bulabildik, yorumları birbirleriyle yarıştırabildik. Kuru iddia ile, tafra ile, safra ile hakikî olanı, hakikat iddiası olanı ayırt edebilme imkânını kazandık.

Mehmet Emin Bey Semazenin kapı açanı, hakikate geçmişin tortusunu açanı oldu. Kimin hangi nota, kitaba ihtiyacı varsa aradı buldu. Yetişmeye çalıştı, çırpındı.

Büyümeyi, yayılmayı hakikî olmaya tercih eden zihniyet neye vakıf olabilir ki? Binalar restore edilirken, paralar tartışılırken, bazan bir kümes için bile insanlar birbirlerine girerken, Semazen kapanmak üzere ve kimseden çıt çıkmıyor.

İnsanlar yarım yamalak yorumladıkları el yazmalarıyla, insanlar soylarıyla boylarıyla, insanlar ezberleriyle, insanlar sahip olduklarını iddia ettikleri geniş ufuklarıyla ve ukalâlıklarıyla ortalarda dolaşırken Mehmet Emin Bey şimdi ne yapıyor, hangi sorunu çözmeye çalışıyor, kimbilir?

Bir insanın ailesine, çevresine, çocuklarına sorumluluğu ile toplumsal sorumluluğu arasındaki bağı geriyoruz. Yalnız bırakarak, satarak, sırt dönerek, hava atarak. Hep bunu yapmadık mı? Ne zaman karşılıksızca bir insana destek verdik, omuz verdik? Ne zaman bizim savunduğumuzu savunmayan bir insanın yanında olduk? (Ne zaman savunduğumuzu savunan bir insanın yanında olduk ki?)

Ömrüm boyunca parayı pulu, şanı şöhreti önemsemedim. Başkalarının söz hakkı için her daim varımı yokumu riske attım. Bugün düşünceye, insanlığa verdiğim emek için utanıyorum. Onca ihmali hakkanî ve hakikatli bulamıyorum, bir Semazeni bile ayakta tutamamanın makamından.

Zengin mi olmamız gerekiyordu? İnsanların yanında olabilmek, doğru iş yapanı destekleyebilmek için?

İnsanları, çalışmayı, çalışanları, geceyi, gündüzü, halkı, halkları, dilleri, ülkeleri, bilimleri, kültürleri öğrenebilmek için yollara döküldük. Aşkı, suyu, hakikati, anlayışı aradık. En çok da bize ihtiyaç olduğunu söyleyenlerin kapısında ağaç olduk. Sadece Mehmet Emin Bey gibiler sevinçle bizi bekledi.

Uluslararası Mevlânâ Yılından kimler rant sağlamadı ki? Şehirler. Kurumlar. Çevreler. Cemaatler. Bir borçlu çıkan, gelip geçeni karşılayan, ağırlayan, bir ihtiyacı olanın peşinden koşturan Mehmet Emin Bey gibiler oldu.

Beni gizli kütüphaneler, okunmamış kitaplar, tafracılar, safracılar ilgilendirmiyor. Beni insan, insanlık ilgilendiriyor. Onlarda, bir halk olduğumuzu okuyorum. Onlarda dayanışmayı ve insanlığı okuyorum. Onlarda kardeşliği okuyorum.

Soy sop, soyum sopum, bilgim, imkanlarım, boy pos, boyum posum beni ilgilendirmiyor. İnsanda insanlık okunması gerek. İnsanın insanı okuması gerek. İnsana, insanlık mirasını taşıyana şahitlik etmek gerek.

Ben Mehmet Emin Holat'ın olası tüm dünyalarda kefili ve dostuyum. Onun borcu harcı, yükümlülükleri, verdiği söz, insanlığın ona borcu harcıdır, yükümlülüğüdür, sözüdür.

İnsanlık mirasımız kitaplarda değildir, yani kitaplarda uykuda değildir, Mehmet Emin Beylerin sırtlarındadır, omuzlarındadır.

Mevlânâların, Şemslerin, Cüneydlerin torunları, mirasçıları onların dertleriyle, tasalarıyla yaşayanlarındır. Havass onlardır. Sadık onlardır. İnsan onlardır.

Biz hikayeyiz. Ama bu hikayedeyiz de.

Halkın, emektarların, insanların omzuna basmadan, onların omuzlarında yükselen inceliklerin sahibi gibi davranmadan yaşamanın hayathikayesini bakalım yaşayayazabilecek miyiz?

Tek hakiki mevlevihaneyi, yani ilerde mevlevihaneleri mevlevihane yapabilecek, eleştirel bir alışverişin kalelerinden birisi olacak bir kurumu ona kol kanat geren insanların elinden alıyoruz.

Başkalarını, başka dönemleri eleştiriden geçirme, kendini unutarak, kendi yaptıklarını unutarak olacaksa sadece ve sadece sahtekarlık ve iki yüzlülüktür. Olduğu gibi görünmemektir.

Gönlüm istiyor ki, Mehmet Emin Holat sitesine devam edebilsin, borcunu harcını borcumuz harcımız bilelim ve benim gibiler de Semazen'in yazarlarını eleştirmeye devam ederek kenardan geçsinler.

Yalılarda köşklerde değil, insanların kalbinde, aşkında, alınterinde, yani gerçek derinliğinde konuşulur insanlık ve insaniyet işleri. Mehmet Emin Bey insanlık makamında yerini kazanmıştır. Hayırlı ola!

Darısı biz kalın derilileredir.

Aşksızlığa her daim itirazla, Efendim

11 Ağustos 2009 Salı

Nasıl Semazen Olunur?

"Nasıl İnsan Olunur?" diye bir soru sorsam, nasıl cevap verirsiniz?

İnsan, düşe kalka insan olur, cevabını alsa da, bulsa da, arasa da, aramasa da.

Oluştan, olgunlaşmadan kopmuş bir semazenlik, gösteri semazenliği olur diye düşünmemizde büyük sakıncalar yok. Ancak, hakikatlilikle yapılmış her şey bizi gerçekliğimizin hakikatine pişirir de, bunu unutmadan.

Önce hayatı, hayatımızı, insanı, insanlığımızı ciddiye almamız, bildiklerimizi ezberden çıkarıp, yanılsamasızlığın yanılabilirliğine taşımamız lazım. Yani, ezberi, tekrarı bırakıp ezberlediğimiz şeylerin hakikatine yönelmemiz lazım. Olmak, oluşmak, birlikte oluş içinde.

"Yeni şey söylemek lazım" eskinin, bilinenin, kuralların, ilkelerin, buyrukların unutulması değil. Durduğumuz yere uygulanması, anlaşılması, hayata geçirilmesi ile alakalı.

Semazen oluş, Oluş'tan koparılırsa, Şems'i, Mevlana'yı yakalayan hakikati yakalama, ya da ona yakalanma arayışı kalmaz.

Anlam'a değil, ikonaya yüzümüzü çevirmiş oluruz.

Soru "bir ayrıntı olarak semazenlik" ise, cevap yaklaşık olarak bu, Efendim.

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Bir Cüzzamlının Elini Tutmak


Bir cüzzamlının elinden tut.

Bir cüzzamlıyı yeniden komşulu yap.

Bir cüzzamlıyla aynı sofrada yemek ye.

Bir cüzzamlıya yediğinden yedir, giydiğinden giydir.

Bir cüzzamlıyı çocuklarına, diline, sesine, rüyalarına kavuştur.

Bir cüzzamlı Yusuf'u kuyudan çıkar, parmakları elinde kalmadan.


Ve sonra, istersen, bizi sopayla kovala, neye inanıyorsak reddet, neyi yapıyorsak yapma.

Kardeşimizsin.


Her kim ki, kendisine olmasa da, kendisi gibilere cennet muştalıyor, başkalarına cehennem vadediyorsa, hiç bir şeyi yapması gerektiği için yapmamıştır.


Ödül için, vadedilenleri koparmak için değil Rıza için, başkası elinden gelmeyeceği için, bin cefa çeksen yine, yine insanlığı arzulayacağın için yap ne yapacaksan.


Bir insan, herhangi bir dünyada, olması gerekeni olmamışsa sevinme, O'nu düşmanın sanıp. Sen bir cüzzamlının elini tutmuş insanın bile elini tutamayansın. Sen çiçek açtıramayan bir topraksın. Ne yazık.


Ve kardeşimizsin. Bizlere ne ayıp, sana sadece kin, hesap kitap, kendini düşünüş bırakmışız. Don vurduğunda seni, taşlaştığında vefa göstermemişiz, kalbini ısıtan bir şeyin yok, seni yalnız bırakmışız çilende.


Ölen komşun. Sus. Rahmetle an. Sonra eleştir. Hepimizi. Ve hiç bir zaman bir cüzzamlı çocuğun elinden tutup parka götüremeyecek kadar korkak elini, ellerimizi.

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Gel, Yine Gel (Not)

Rubainin Mevlânâya ait olmasının şüpheli olduğunu söylüyor Şefik Can, Mesnevi çevirisinde bir dipnotta (2005, s 189-190, Beyit 2324'e konulmuş)

Şefik Can, hem rübainin Divanda olmamasından yola çıkıyor, hem de Cami'u's Sağir'de bulunan "tevbe", "affedilmek" ve "günah işlemede ısrar"a dair bir hadisle çeliştiğini düşündüğünden bunu iddia ediyor.

Beyit 2324 de zaten "canım tenimden ayrılmadıkça artık tövbemi bozmam"la bitiyor.

(Mesnevi Cilt 5, Sayfa 189-190, Çeviren Şefik Can, Ötüken. İstanbul, 2005(Mesnevi Cilt 5, Sayfa 189-190, Çeviren Şefik Can, Ötüken. İstanbul, 2005)

...

Ben Şefik Can'dan farklı düşünüyorum. Evet, tevbe bozmayı Mevlana da hoş karşılamıyor, ama, rübai bu eksen üzerine kurulu değil.

...

Daha önceki bir notumda sunduğum "rahmetin herkese açıklığı ama cennetin herkese açık olmaması"na dair beyitler genellikle gözardı ediliyor. Bu beyitlerin sunduğu bir eleştiri değil, ayrım. Dergah/meclis cennet ya da cehennem kategorisinde değil, rahmet kapısı (en azından bir anlamıyla), derdi olanın, yalpalasa, sendelese, şöyle ya da böyle düşünse de kapısını çalabileceği, sığınabileceği bir yer.

Rübai Mevlananın değil, ancak, Mevlananın anlayışına ve insanlığımıza ters düşmediği kanaatindeyim.

"Sığınma" dedim. "Sığınma" kendi zulmünden de kaçma. İnsanlık arayışı, insanlığını arayış.

Altüst olmayan, debelenmeyen, çırpınmayan, dünyası karmakarışık olmayan insana "gel !" dememizin ne anlamı var, anlayamamaktayım. "Aferin, işte böyle ol!" dememekteyiz, "sen iflah olmazsın !" da. Bunu yaparsak, temelde hata yaparız.

İnsan olmamız bir buyruk: "Hidayete erişmen için gel!" nasıl deriz? Avutmayansak, paylaşmayansak, anlamayansak. Biz öbür dünya yargıçları değiliz, İnsanlıkla mükellefiz.

"Bunu (kendine/kardeşine) nasıl yapar(sın)!" da diyeceğiz, yargılamadan sargıladığımız da olacak.

İnsan bize uysun, ya da biz ona uyalım derdinde neden olacağız? Çölde üzerinde akbabalar uçuşan insana su verirken, harami olduğundan, iyileşince peşimize düşeceğinden bize ne?

Bedevi su ikram ettiği adam devesini çalınca "Ne olur kimseye anlatma!" diye bağırmış arkasından: "Anlatırsan, insanlar korkar, iyilikte tereddütlü olurlar!".

Deveyle beraber insanlığımızı da göndermeyelim.

Bazan asıl hazinemizi, varlığımızı unutuyoruz, aklımıza getirmiyoruz gibime geliyor.

Rübaiden, tekrarlarsak, "neyi savunursan savun sana icazet veririz"i çıkartmıyorum. İnsanlık çıkarıyorum. İcazet sorgulanmadan verilirken; tevbe bozmuşların, günahkârların, ya da farklı şeyler savunan insanların insanlık dergahına gelmelerine, "hayır gelme, sen hakkını kaybettin" diye tepki vermemiz bekleniyor sanki.

İnsan hem kolay değişmez. Hem de baştan itibaren değişimin içindedir. Ve her değişme de ne kadar derin, sarsıcı olursa olsun kolay hissedilmez.

Sigaraya yeniden başlamışı dispansere alıyoruz, ama, kapımızı çalıp da bizi dinlemek, bizle konuşmak isteyen insana "hayır, olmaz!" diyeceğiz. Mesele bu değilse, tartıştığımız ne?

Biz cennet cehennem bekçisi gibi davranamayız. Ceza kesecek olan da, bitmiş hayatları değerlendirebilecek kapasitede olanlar da bizler değiliz. İnsan hayatı ölümünden sonra bile anlamını arar. Alıcısını arayan bir mektup gibi. Attığımız her taş, söylediğimiz her söz hedefini biz yaşarken bulacak diye bir şey yok. Attığımız her tohum, budadığımız her ağaç, çaprazladığımız her gonca bize ve zamanımıza kendisini açacak değil.

Biz bir takım insanlarla beraberiz dünyada. Onlar sorumluluklarıyla ne kadar alakalı olsalar ya da olmasalar, bizim beraberlikten doğan yükümlülüklerimiz var her daim.

Nasıl köşedeki terzi herkesin söküğünü dikiyor, komşu ebe ana rahminde ters dönen her çocuk için çırpınıyor, biz de birbirimize açık duracağız. Bu ne tavizkarlıktır, ne de şaşkınlıktır.

Hem kendimiz olacağız. Hem de çıkarsızca, beklentisizce, yani ahlakımızdan yola çıkarak davranacağız.

Kendimiz olmakta tavizsizliğimiz, kendimiz oluşun başkalarına açıklıkla başladığını ve bittiğini unutmamayı da içeriyor. Entegriteye ulaşmak, eleştiriyi, karşı fikri, karşı hayatları, bilakis, daha çok dinlemekte oluşun da ifadesi.

Dinle, anla, ama farklı düşün. Fark sun. Ya da sunma. Yeniden de düşünürüz, çaresiz de kalırız, değişiriz de. İnsanız biz. Çaresiz bırakılmamız çok kolay. Çaresiz halimizde bile elimizden geleni yapıyoruz.

"Doğru" ona buna ait doğru değil her daim. Bazan dosdoğru bir doğru.

Eşek arısına dahi fırtınada sığınak var. Kapımızı çalan insana mı olmayacak?

Çileli bir insanı dahi içine sığdırabilecek büyüklükte bir dergah kuramamaktaysak, onca telaş, kavuk, sikke, takke, cübbe, hırka niye?

3 Mayıs 2009 Pazar

Tebrizli Şems Ve Mevlânânın Tek Kuralı

Kuralları götürecekleri şeylerden daha karmaşıklaştıranlara: Hakiki olun. Gerisi gelir.

Gerisi şekilden ibaret. Ama şekil, şekilcilikten ibaret değil.

Oluş, insanların içinde oluş. Bir toplumda oluş ve oluşma.

İnsanlardan ve insanlıktan kaçmayacaksın.

Oluş, hakikatin içerisinde sınanan bir hakikatlilik.

İnsanın kendisi oluşu bir yanış, kömürün elmasa dönüşmesi.

İnsanın sorumluluğunu, sınırını kavraması.

Yanlışlarının pişmanlık dünyasından çıkıp, anlayışa, insanî tecrübeye, tevazuya, "ben yapmam, biz yapmayız" dememe uyanıklığı ya da farkındalığına, pişen hikmete dönüşmesi.

Hakikate çarparak, sınanarak, özümseyerek, incelerek yontuluyoruz, biçimleniyoruz.

Yanlışla da düzelebilmemiz, eyleyerek aramakta oluşumuzdan.

Hem karanlıklar tökezletici, aydınlıklar yol açıcı. Hem de karanlık sığınak, aydınlık ele verici. Karanlığın merhametini, aydınlığın körleştiriciliğini bilmeden ne aydınlığın, ne de karanlığın var.

Görerek, hissederek, yoklayarak, düşünerek, kendimizi insan olmaya vererek yol alıyoruz, gündüz gece.

Uyanıklıkta, uykuda insanız.

Geliyoruz, gidiyoruz.

Tanık olarak. Yalanla yaşamayarak. Ama yanılarak, yanılsayarak.
Hakikatin sahibi değiliz. Hakikatte bir emanetiz. Geçiciliğiz. İnsanî iddianın, insancalığını yakalayabilen, kainatın kumaşıyla giyinebilen.

1 Mart 2009 Pazar

Yine Zevrâk-ı Derûnum Kırılıp Kenare Düştü: Hangi Mevlevîlik Devlete Küs İmiş?


Mevlevilik adına konuşabilecek birileri var mı? Mevlevîlik kaldı mı da bu iddialar ortaya atılıyor?

Yıllardır Mevlâna ve Mevleviyye adına yazılanlar kullanılarak Mevlânâ ve Şemse hakaret ediliyor. "Ben O'nun yolunun tozuyum" alıntıları ile, aba altından sopa göstermelerle halledilebilecek hiç bir şey yok!

Bir takım insanlar kendilerini ve birbirlerini kutsallaştırıyor, yanılmazlık iddialarıyla, ezoteriyle, cehaletle giyiniyorlar. Kendileri kutsuyor, kendileri aldırıyor.

Söven'in de öven'in de Mevlanâ sunumları örtüşüyorsa, durup düşünmek lazım.

Goethe'nin Mevlânayı okuyup okumadığı üzerine anlamsız bir diskur yürütülür durur. Kimse Hakikat ve Metod'da (Gadamer) bile Goetheye kadar giden ve Mesnevi ile paralel okunabilecek hakikat, fanilik, değişerek aynı kalma, praksis, fronesis, yorum kavramlarını anlar halde değil. Oyunla çocukların kişilik bulması, vesaire.

"Yeni bir şey söylemeyen" yani zamanına eleştiri, öneri, fikir getirmeyen, adaleti uygulamayan, okumayan, anlama çabasında olmayan, zulme itirazı olmayan ne kadar Mevlâna ile alakalandırılabilir?

O kadar çok şarlatan çıkıyor ki karşımıza sikkeli, hırkalı: Kavuk devirmeyi unutmuş bir gelenekten konuştuğumuza işarettir bu! Hakikatsizine had bildiren, hakikatsizliğe ev kurdurmayan gerek, Mevleviyyeden bahsedebilmek için.

O kadar çok rakip duruş aynı kişilerle temsil ediliyor, ondan ona şundan buna icazet geçip duruyor ki, artık anlamak, ciddiye almak söz konusu bile değil.

Mevleviyye şimdilik bir müzedir. Musikisi ile, mirası ile ayakta durmaktadır. Bu kötü bir şey değildir, kültürümüzün derûni kapısını açık tutmaya çalışmaktır. Ancak Mevleviyye de değildir!

Mevlevî, mevlanaî olmasa dahi, mevlanaî duruşa saygılıdır. Uçuk kaçık ezoterilere, derinliği olmayacak hevalara kapılmaz, new age'e özenmez. Cenneti garantileyen şifrelerle, neyin kaç kere yapılacağıyla ilgilenmez. Neyi kaç kere yapacağımız semboliktir. Sır, faniliğimizle çarptığımız duvardır. El Gurayb'a kulak tıkayanın gaipten gelen sesi değildir, işittiği buyruk!

İnsan ölümlüdür, fanidir. Yanılan insandır, tüm zamanlar için söyleyebilir, ama tüm zamanların diliyle, bir kereliğine, bir kerede, tüm zamanlar için sonra konuşulacağı gereksiz kılacak biçimde konuşamaz!. İnsan-ı Kâmil, yanılabilen, hakikate açık, hakikatle düzelmeye açık insandır. Peygamberler de insandırlar. İnsan tanrılaştırılamaz.

Bugün Mevlevilik adına konuşanlar ya olur olmaz herşeyi savunuyorlar, ya da Mevlanaî olmayan bir neşeden, yani Şems ve Mevlânanın çıkış gerekçelerini yok sayarak konuşmaktalar. Mevleviyye devam etse, buna izin verilmezdi. Farklı düşünmek başka, mevlanaî eleştiriye ve hakikat'e kulak tıkamak başka

Bir insan hem Mevlânânın geleneğini, hem de onun tersini savunan geleneği aynı anda savunamaz. Mevlevî giyinen ben yaptım olduculuktan bıktık, usandık. Hakikate sırt dönen mevlevî değildir olamaz. Olduğu gibi görünmeyen. Göründüğü gibi olmayan. dediğini kasdetmeyen, kasdettiğini söylemeyen.

Şeyh Galip'lerden sonra neler yaşandı artık adı konulmalı!

İnsanlar durup dururken tasavvufa tepki duymuyor.

O kadar Cumhuriyete yükleniliyor ki, yüklenenlerin baş tacı eder göründüğü Yahya Kemâl'in (pekalâ kendisinin de içinden geldiğinin söylenebileceği) mesihci/mehdici geleneğe müdahale (bir çeşit sosyal mühendislik mi bu ayrı bir tartışma konusudur) önerdiği unutturuluyor!

Yakup Kadri'nin "Nur Baba"sı, Kadrocu bir tepki değildir. Kültürel Muhafazakarlarımızın tepkileriyle de örtüşür. Başka türlü okunmalıydı. Tanpınarın da tanıklığı altında.

Cumhuriyet, evet, tekkeleri yıkmamalıydı. Ama, manevi yıkıntı çok öncelerdendi.

Tekkelere tepki, geleneğin savunucularında da vardır.

Kimseler dna'larından dolayı daha hakikatli olmuyor. Mevlânanın torunlarının dedelerie sahip çıkmaları güzeldir, neden itiraz edelim?

Ancak, yeni bir şey söylemeyen, Mevlanayı eleştirdiği bir çıkış noktasına mahkum eden, Mevlanayı Mevlânanın savunduklarına yabancı eden, Mevlanasız kendilerini savunamayacak insanlara ne demeli?

Yurtdışındaki şarlatanlara?

Bu iş dost post işi değildir. Bu ülkeyi kuranların içinde Mevleviler de vardır. Bir düşmanlıkları, kırgınlıkları asla olmamıştır. Mecazî anlamda dahi. Eleştirmişlerdir, eleştirilmişlerdir. Farklı şeyleri savundukları olmuştur. Bazan uygulayan, yürüten kendileridir. Hapisane kapılarından dönenler olmuştur. Çalışanların yanında yer alanlar (Abdülbaki Dede), mebusluk peşine düşenler, her devrin adamı ya da devr-i sabıktan olanlar olmuştur. Halk olarak, avam olarak, havass olarak.

Evlâd-ı Mevlânânın sikkelisi de olmuştur, kalpaklısı da (bahsettiğim mevlevi taburu değil): Çanakkalede, Kuttül Ammarede, Medine Önlerinde, Şile, Kütahya kırsalında.

Mevleviyyenin perifersinden ciddi şairler çıkmıştır, Asaf Halet, Can Yücel gibi. Bilim adamları. Sanatçılar. Zenaatkârlar. Bin bir çeşit insan. Muktedir, muhalif.

Ne olan biteni hakedilmişlik olarak okuyan, ne de şu ya da bu iktidarla toplumu ya da devleti affedecek olan.

Barışmak bile bir muhataplık öngörür. Hakikatle muhatap olanlar, kime kızsınlar, kime küssünler, kime yakınsınlar?

Her iktidar bizimdi. Her biriyle başka bir şeyler oluştu, birikti, olgunlaştı.

Devleti meşrulaştıran iktidarların cömertliği değilidir. Onların gereklilik zeminidir. Buradan eleştirir, buradan anlarsınız.

Hasan Ali Bey, Ertuğrul Günaydan iddia o ki daha mevlevi idi. İlki eleştirilir, ikincisini övülür. Hakikat andan içerü.