23 Aralık 2010 Perşembe

MAHCUP AŞIK KİME SORAR Kİ?











Aşık mahçupsa aracı koyar yar ile arasına. Aşık mecnunsa derdini kapı kadar sağır bir kulağa söyler. Ali’nin kuyuya haykırdığını.

O kör, paslı kapıyı aşıklar divanının kapısı eyler söyleyen.

Aşığın doğrudan söyleyemezliğinde kabahat arayan, sen de haklısın, o da.

Yarin gözünün içine bakamayan, araya koyduğunun gözüne bakar mecnun değilse. Mecnun ise ne görür, ne de bakar. Boynunu eğdiren yarin düşüncesi. Konuşan, susan aşkın ta kendisi.

Mecnun yare hitap mı etmiyor? Yar zaten onda, ama kendisine değil aşkı, yare. Yarin kendisinde oluşu, tek yare boyun eğişi, yarsiz kendisini bulamayacağını bilişi. Yar, hakikati. Gerisi yalan, ama yalanı değil.

Ey Sevgilinin karşısına çıkmaya utanan Aşık, Ey aşıklar divanında yeri boş kalan! Sevgili seni çağırdığında ”yüzüne nasıl bakacağım, nasıl halden şikayet edeceğim bu çiğlikle” diye çöle kaçan dost! Bilmezler ki sen nereye gitsen, ona gidersin. Onunla gidersin.

Ey yarini kalbinde taşıyan kişi! Araya aracılar soktun diye lanetlenen aşık! Ey yarden bir şey isteyemeyenlerin padişahı! Ey karşısında mahcup olabileceği tek bir varlık olan kişi, ey aşk sahibi, ey kendisiyle kendini ölçemeyeceğin bir aşkı kalbine sığdırmamazlıkla sığdırabilen!

Aşığın dediğinde kabahat aranmaz! Aşığın yanlışı yanlış, doğrusu doğrudur. Ama aşıktır eğrisine de, tek tük doğrusuna da yapışmayan. Sürekli yolda olan. Sürekli mahçup kalan.

Bütün dünya hakikatle yüzleşiyor da bir o mu hakikatinden kaçmakta? Yüz yüze gelmeye cesaret edemediğini sevmeye cesaret edebilenin cesaretini kaç Kelile ve Dimne anlatabilir?

O boyun eğişin, selam verişin aslanını kim anlatabilir?

Anlatmanın aslanları anlatabildikleri kadar anlatır, susmanın aslanları susabildikleri kadar susar.

O çığlık Yusuf’un zındanınaydı ki, ney’e su verdi.

Konuşan kim, yare koşan kim, bu ses kimin sesi bilmezmişim.

Derdi anlatman mı gerek anlamam için? Aşkla bakamasak da aşıklara bakıyoruz. Aşk okumak çileyi çekmek değil ey dost, çileyi görmek. Çile gören çileyi görmez bazan, bu aşkı görenin aşığı görmemesi gibi bir şey de.

Dediklerimizde bir hakikat var, ama, onun da ötesi var, berisi var.

Herkesin haklılık payı ne hakkı tüketir ne de hukuku.

Aşık ise hukuksuzdur, ama itip kaksan da itilip kakılamaz.

Ham aşık sevilmeyi bekler. Aşkla pişen, aşkta pişen bir şey beklemez, bekleyemez, kendini bulmayı bile.


23 Aralık 2010, 08:05
(düzeltilmedi, taslak)

10 Aralık 2010 Cuma

Meryemin Karnı Tekmelendiğinde Ölenin Adı da İsa Olur !



Meryemin karnı tekmelendiğinde ölen İsa olur.
İsa’sız bir Musa düşünüp de ”evlilik dışı bir çocuğu olduğu doğruysa bu genç kadının, tekmelenmesi fevkalade yanlıştır” derse birimiz, ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranır.
”İsa’ya denmemesi gerekeni bir başkasına deme hakkımız yoktur!”, İsa’ya borcumuz.
Adalet dağıtırken dedikodu dağıtmamak da Musa’ya borcumuz.
O bebek der ki: ”Günahsız olan ilk taşı atsın!”
Musa da diyebilir ki: ”İşi adalet olan taşı elinden bıraksın!”
Tepeden bakan adalet de zulüm kadar incitir.
Hakim, dilindeki taşı kendi başına atandır.

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Tebrizli Şems: "Tanrı Mazlumları Sever!"

58. Tanrı mazlumları sever:

İki kişi güreş tutuyorsa onlardan kim yenilirse Tanrı ona sahip çıkar zira "Ben gönlü kırık olanlarlayım" denilmiştir (Mak. M. 205, Chittick 127).

TÜRKMEN Erkan, Şems-i Tebrizî'nin Öğretileri, Konya 2005, Anadolu Manşet Gazetesi Kültür Serisi No:11.

17 Nisan 2010 Cumartesi

Mesnevî ve Felsefe

Sevgi "bilgi işidir". Bilgi, olmuş bitmişin malûmatlılığı değil de oluşmanın, olgunlaşmanın, kulak vermenin, tevazunun ve hayatın açıktalığının ifadesi ise.

Olmuş bitmiş bir teoriye, ezbere, hazır anlayışa geleceği okutarak, geleceği bilerek, kestirerek değil de eyleyerek, yanılarak,çile çekerek, çırpınarak, çaresiz kalarak burnumuz sürtülerek anladığımız kavradığımız genişlettiğimiz bir teoriden, hukuktan bahsettiğimizde, tecrübeyi gelecek için yeterlilik olarak görmediğimizde bir başka düşünce geleneğine de atıfta bulunuyoruz.

Praksis, fronesis gibi kavramlar teorisizliğin ifadesinden çok, uygulamanın, hayatın, eylemenin genişlettiği geçmişin bilgisi, anlayışlılığı ve tecrübesine gönderme yapıyorlar. Hikmet geleneği bu bakışla akraba.

Teori dışlanmıyor, tersine ezberden ve tüm zamanlar için anlamışlıktan konuşmayan katkı, çaba, emek öne çıkıyor. Sınırlı sonlu insanın, insanlar içinde, dünyada, bir tarihsellikte ve yerleşiklikte olgunlaşma, oluşma sergüzeştinde.

Bilgi geleceğe dayatılabilcek bir şey değil. Bilimler bir toplumun nerede olacağının, nasıl yaşatılacağının "yol haritası" değil. Bilgi, insanlığın ve insanın tecrübesi ışık tutsa da hep yeni sorunlar, sorun çözümleri ile karşı karşıyayız. Hayat ezber değil tevazu, uyanıklık, sorun çözmeye yatkınlık ve dayanışma istiyor.

Bilgi bir praksiste, sınanmada genişlettiğimiz ve tasnif ettiğimiz tecrübe.

Akıl yürütmeyle; mükemmel sistem kurarak "tanrısal düzen" adına konuşabilirlikle; geçmişin tecrübesi ile gelecek okumakla; doğa bilimlerinin aslında çok da sorunsuz olmayan geleceğe uygulanabilirliğini insan ve toplum bilimlerine aktarmakla doğru, hakikî ve olması gerekeni açığa çıkarabileceğimizi düşünmedikçe akılda, bilimsellikte, düşüncelilikte ne sorun olabilir ki?

Öngörüsüz, önyargısız olmamız ne mümkün ne de gerekli. Fikirlerimiz, çıkış noktalarımız, beklentilerimiz elbette olacak, ama hakikatle düzelteceğiz. Hakikatle düzeleceğiz.

Gazalînin felsefe eleştirisi Mevlânâ ve Şemsin tasavvuf eleştirisi ile tamamlandı. Buna bir itirazım yok.

Gazalî'nin batıda antinomilerin eleştirisinin önünü açtığı örtbas edilirken doğuda felsefesizliğin  temellendiricisi olarak gösterilmesi pek tutarlı değil.

Doğuda Gazaliyi izleyenler ne düşünce fukarası idiler, ne de antientellektüel. Gazaliyi bahane edenler içinse bir şey diyemem.

Mevlana ve Şemsin tasavvuf eleştirisi hem Gazalinin felsefe eleştirisinden besleniyor, hem de dönemlerinin önlerine yığdığı sorunlardan kaynaklanıyor.

Kavramlar, semboller ve şahıslar hululiliği eleştirmiş, bilgi geliştirmede arşimedci çıkış noktalarını imkânsız kılmış, olgunlaşmayı ve yol açmayı insanın faniliği ve sınırlılığı içindeki hakikatliliği ile kavramış bir duruştan anlamlanmaya başlıyor.

Bilgi öznesi (transendentalizme açılan anlamıyla) yok,  bu anlamda alışıldık bir felsefe de yok. Hiç bir kolaycılık yok. Cehalet korkusu ve umutsuz bir çaresizlik olmadığı gibi. Bilginin öznesi, klasik bilgi öznesi, hakikatin sahibi ya da metodolojik kurucu değil de hakikatle sınanan, akıl yürütmeyle varabileceği yer sınırlanan, tüm zamanlar için konuşması mümkün olmayan, yanılmazlıktan hareket edemeyen bir özne, çaba, hayatlılık.

Akan nehir içinde akan bir insanın düşüncesi de dünden yola çıkıp anına ve anından sonrasına akan bir hareketlilikte resmediliyor Mesnevide. Gazaliden çok farklı etkiler de söz konusu diyip geçelim şimdilik.

Şemsin Makaalattaki öbür dünyada dil zaman ve mekan üzerine düşünceleri Gazali zamanından Kanta gidebilecek bir felsefi gelenekle geçişliliklere de işaret ediyor.

Mesnevide akıl, felsefe, bilim eleştirilir. Ancak akılsızlık, hurafe, cehalet bilgisizlik savunulmaz.

İnsan hakikatin sahibi değildir. Cehalet ile Bilgiye açıklık aynı insanın bilgiye dönen yüzünün iki yanıdır.

Akıl kötü bir şey olduğundan değil, insan insan olduğundan, faniliğinden sınırlıdır.

Mesnevinin felsefi temelleri sağlamdır, meslekten felsefecilerin şaşkınlıkla ve hayranlıkla okuyabilceği bir hakikatlilik içerisindedir. Toplumsallaşma ile akıl bağlantısı; akan zamanda değişerek aynı kalışımız; yorum , anlam ve anlama üzerine söylenenler; doğa bilimlerinin mantığı ile insan bilimlerinin mantığı arasındaki farklılığın ifade bulmuşluğu; aşk kavramının öznelerarasılıktan gelebilecek sorulara açıklığı vb. harikuladedir. Retorik'i kavrayışı; sohbetin yapılanışı, karakteri üzerne düşünceleri; hakikat anlayışı taptazedir.

Evet, Mesnevi felsefe kitabı değildir. Ama meslekten bir felsefeciye felsefe kitaplarından daha fazlasını da söyler: Zamanında bilineni, kavrananı, kendilerinin kavradıklarını, bildiklerini, anladıklarını.

Karşılaştığınız ufuk rengahenk bir ufuk. Bugüne öğretebileceğini henüz öğretememiş bir ufuk.

Mesnevide felsefe de tartışıldığını (meslekten felsefeci olmayanlara) kanıtlamaya, Cebriyye üzerine argumanlar dahi yeterlidir.

Abdülbaki Gölpınarlının üzerinden "Mesnevide felsefe yapılmaz!" diyenlere de bizzat Abdülbaki Gölpınarlının Mevlana Celaleddin, Hayatı, Eserleri, Felsefesini hatırlatalım. Kitabın başlığındaki "felsefe"yi bir yana bırakırsak:

"Eflatun'un İde nazariyesini hatırlatan sözlerden örnekler:
Sonsuz hareketler, hünerler, sanatlar, hep düşüncelerde doğan sûretlerin gölgeleridir... ([Mesnevî] VI, s. 257-259, b. 2728 - 2731) "
Gölpınarlı, Mevlana, hayatı, Eserleri, Felsefesi. İnkılap, İstanbul 1999, s. 277.

"Her yurdun duvarını, tavanını ve sair suretlerini mimarın düşüncesinin gölgesi bil. Düşünce zamanında taş da meydanda değildir, tahta da, kerpiç de... (VI. s. 297, b 3740-3742)"
Gölpınarlı, İstanbul 1999, s. 277.

Kitap başlığındaki "felsefe", elbette, bir meslek olarak "felsefe"ye gönderme yapmamaktadır. "100 Soruda" dizisinde Abdülbaki Gölpınarlının felsefe üzerine söylediklerini Mesneviye nakletmek ise yanlıştır. Hakikatlilik değildir. Bunu bizzat Gölpınarlı yapsa idi eleştirirdik. Yapmamıştır, yapmaz, hakikat kaygısı vardır. 100 soruda dizisindeki yazdıklarından  yola çıkarak felsefenin gereksizliğini ilan etmenin  bir eleştiriyi anlayamamanın ötesinde vebali vardır.

Gazali, Nietzsche, Marx, Wittgenstein ve diğerleri felsefenin türlü türlü sonlarını ilan ettiler. "Felsefenin sonu"nu getirip zihni kurtarmak çoğu felsefecinin hayat tasarımı. Habermas da epistemolojiyi bilgi sosyolojisine taşıdı. Ne onların eleştirilerini yok saymaktayız, ne de eleştiriden geçerek çiçeklenen felsefeyi.

Aslolan ise hakikattir.

5 Mart 2010 Cuma

Olduğumuz Gibi Görünmediğimizde

Olduğumuz gibi görünmediğimizde anlaşma imkânımız kalır mı?

Olduğumuz gibi görünmediğimizde dünya dünyalığından olmaz ama bunu önerdiğimiz ve savunduğumuz oluş tarzının şiarı haline getirdiğimizde toplumsallaşmanın, konuşmanın, anlama ve anlaşmanın önünü kapatmış olmaz mıyız? Kaygı duymamıza temel oluşturabilecek epeyce gerekçe var kanısındayım.

Oluşumu olmayan bir oluş nasıl olabilir? Belki kağıt üzerinde aşkın (transendental) ben’e başvurarak bilgi öznesini kurgulayabiliriz. Peki ya eyleşen, etkileşen, anlaşan konuşan koklaşan insanların toplumsal bilgisini nasıl temellendireceğiz? Nasıl bir sosyalpsikoloji öngöreceğiz?

Mesnevîden çıkarabileceğimiz kişilik, kimlik, bireysellik oluşumu sosyal interaksiyoncu yaklaşıma yakın, eğer peşinen sosyal interaksiyoncu demeyeceksek. Çocukların oyun oynayarak akıl geliştirmesi, aşkın insanın kendisine saygıyla sonuçlanan hareketi transendental ego anlayışı ile kavranabilecek bir süreç değil.

İbn Arabî – Mevlânâ sentezlerinde transendental egoyu gerektiren bir temellendirmeye şahit olabiliyoruz., eğer felsefî sonuçları, uzanımları olan yorumlarsa.

İbn Arabi’nin düşüncesinin transendental egoyu gerektirmesi söz konusu mudur? Kesinlik kazandırarak söyleyebileceğim bir şey yok. Sadece yorumcuların bazılarında aşkın egoyu şart koşacak bir temellendiriş ve gerekçelendiriş söz konusu olabiliyor.

Mevlânânın düşüncesinin aşkın ego ile uyumlu olmadığı ise, son dönem yorumcuların gayretlerine rağmen aşikar. Zaman buldukça Mesnevîde implicit veya içkin olarak söyleneni toparlayıp sunmamız lâzım.

Önyargım ya da üzerinde çalışacağım fikirlerden birisi şu: İbn Arabi ve Mevlânânın tasavvufî iddiaları ve düşüncelerinin temellendiriliş stratejileri, epistemolojik, linguistik, bilimsel ve tasavvufi örgüleri farklı. Sentez çabaları iki ayrı planda söyleneni aralarında geçişliliğin mümkün olduğu düzeylerde sürmemekte.

Mevlânânın düşüncesi diyalektik. Toplum anlayışı dinamik. Toplumsallaşma hakikat kazanma, oluşma, pişme süreci. Dilin anlaşmanın evi oluşu, insanın anlamasının diskursivitesini hakikatin formu olarak görmemesi. Şemsin Makaalat’ta öbür dünyayı linguize eder biçimde konuşmaması.
Akış içinde bir nehirde yüzen insanın akışında aynı kalması. Oyun gibi kavramlara işaret edişi. Aşkın hareketinin maşuktan insanın kendisine doğru yönelen hareketi. Aşkın olgunlaştırıcılığı kadar olgunlaşmanın eseri de oluşu.

Burada ayırt edici nokta, toplumsallaşma süreçlerini farkedip etmeme değil. Ayırt edici olan felsefenin epistemik temellerinin toplumsallaşmanın alanına çekilmesinin öngörülüyor olması.

Habermas’ın felsefî dilbilim’in (lingvistik) normatif temellerinden yola çıkarak iletişimin mümkün olması için karşı tarafın söylediğini kastedip kastettiğini söylediğini kabul edişimizi (ideal iletişim toplumu için) metodolojik bir ütopya olarak kabul etmesiyle şekillendirmeye çalıştığını farketmemiş, katılmayacaksak da eleştirememiş oluruz olduğun gibi görün’ü tersine çevirirsek.

Olduğu gibi görünmek sırrını ellere vermek değil, sözünün arkasında oluşun, kişilikliliğin, hayatın akışı içindeki akışımızda tutarlılık ifademiz. Kim aklından geçeni, sırrını döküp saçabilir ki? Başkalarınının sırlarından, aklından geçenden, bildiklerinin tümünden bize ne ki?

Hakikati ifşa meselesindeyse sorun: Hakikat kimsenin elinde esir değil. Hakikati başkalarının çizmelerinin altına atma şansımız hiç bir zaman için yok. Onların da hakikatleri değilse, çiğnedikleri (meyletseler dahi) hakikat(in kendisi) değil: Bizim hakikatimiz, hakikatin bize açılımı. Bir yerleşiklikten, daseinden, tarihsellikten, zaman ve mekanda yerleşiklikten kavradığımız, en fazlasıyla, gerçekliğimizin hakikati. Bu durumda dahi neyi düşündüğümüzü, neye inandığımızı noktası virgülüne kimselere anlatma durumunda değiliz. Anlatamadığımızda ifşa ettiğimiz bir şey yok da değil: Sonradan anlaşılabilecek şeyler, gelecek nesillerce anlaşılacak şeyler söylemiş de olabiliyoruz, bu ayrıntıları ihmal edelim şimdilik. Önemli olan bir iletişim olmadan anlamanın olmaması, anlamanın temelinin anlaşma(da) olması, hatta anlamanın kendisinin anlaşma olduğunu söyleyebilmemiz.

Burada da ayırt edici nokta iki yüzlü olmamamızdır. Retoriğin bize öğrettiği lafazanlık değil, ne düşündüğümüzü karşı tarafın referanslarına dünyasına açmamız. İtirafta veya didaktik bir bildirimde bulunmuyoruz, tersine ufuk kaynaştırması, konuşma, köprü kurma halindeyiz. Gerektiği kadarını değil, konuşulabilmesi mümkün olanı konuşuyoruz deklarasyonun en ideal anlatabiliciliğinde dahi.

Konuşmadaki hakikat iddiası, işkencecimize itiraf edebileceğimiz şeylerin durumu, bilgi dışavurumundan farklı, başka yazılarda üzerinde duralım.

Derimizi başkalarının ayaklarının altına atsak, hatta köpeklerin önüne atsak, derisiz kalsak, hakikatimizin bundan kaybı nedir ki?

İnsanların kendilerine özel yanlarının üzerinde dolaşmak, entegritelerini çiğnemek bilgi merakının, hayretin, hakikat susamasının da düzeni koruma işgüzarlığının, güvenlik düşüncesinin, velayetçiliğin de işi değil. Bu iş asla ve asla meşru olmadığı gibi insanî, hoş, doğru da olmadı.

Olduğu gibi görün Varlık ve Hiçlik’teki olduğun değilsin’e ters düşmüyor: ‘Olduğu gibi görünmek’ bir tutarlılık, beklenirlik, sözünün arkasında dururluk sorunu. Değişen insan, akan hayat ama sorumluluğunu ve verilmiş sözünü unutmayışta omurgasını bulan bir bütünlük bulma. ‘Olduğun değilsin’ henüz olmaya çalıştığın, yöneldiğin, uğruna emek verdiğin, tasarımın, tasarladığın, olmak istediğin, olacağın, hedeflediğin, kendini kendisiyle tanımladığın (gibi) değilsin demek.

Göründüğün gibi ol ‘bir tasarımın olmasın!’ anlamına gelmiyor. Tersine, olgunlaşma, pişme, yanma bir tasarım, yönelme, terbiyeden, ateşten geçerek oluşma işi. Oluşma, daha önce olmamayı taşımıyor, içermiyor. ‘Göründüğü gibi olmak’ olacağının, olabileceğinin arkasına saklanmamayı buyuruyor. ‘Göründüğü gibi olmak’ eleştiriye açık durma işi, ki bu Varlık ve Hiçlik’teki sömürgeleştiren bakışa açıklıktan, ona nesne olabilirlikten kaçındırıcı bir buyruk (imperatif, motto) değil.

Mevlânâ’da bir korunmuşlukta terbiyeden geçme önerisi yok. Çileye açıklık bir eziyete açıklık, mazoşizm gibi bir psikolojik bozukluk değil. Hayata, hayatın getirdiklerine açıklık. Tüm insanlığa çöle, yola çık dendiğini iddia edemeyiz. Hakikat derdi olanların hayattan kaçmayı, hayatlarınından kaçmayı, yani hayatının sorumluluğundan kaçmamayı düstur edinmemesi de anlaşılır birşey olmaz.

Göründüğü gibi olmak, iki yüzlü olmamak da demek. Kendini başka bir şey gibi gösterenin, gösterileni de olmaya çalışması lazım. Mevlana’nın sözünde bir örtüşme işaret edildiğine göre ‘tasarladığın gibiymişcesine görünüyorsan öyle olmaya da çalış’ önerisi değil de ‘içi dışı bir ol’ vurgusu söz konusu.

Bu içi dışı bir oluş, akan, akışkan bir nehirde yüzerken, değişen bir dünyaya aynı dünya diyen, değişen kendisine aynı kişi diyen insanın içi dışı bir oluşu. Statik bir ‘olduğu gibi’si, statik bir ‘göründüğü gibi’si yok örtüşme sorunları hep yaşanacak, sanırım.

İmajdan ibaret bir dünyada, hakiki ve hakikatli olma vurgusuna kendini aşikar et, öne çık, göster, bildiğini dök, sırrını saklama diyen yok. Talibi yoksa, meşru talibi yoksa ortaya dökülen teşhire kadar gitmez mi?

Kendini ortaya dökmek, kendi üzerinden insan oluşu tartışmak ise başka yolu olamayan bir iş, edebiyatın da işini yapıp bitirdiği bir noktada. Sır ise yine ortaya dökülen bir şey değil. Başkalarının ayıplarını örtmede, kendi yanlışlarımızdan öğrenip düzeltmede samimiyet kazanıyoruz. Utandırmayan, utandırılmaz. Nihaî hesaplaşmada, tarihin sonunda dahi insanlar her kusuru, kabahati, yanlışı yaftalanmışlığıyla görmek durumunda mı?

Hakikatle yüzyüze olma halinde dahi hakikat bizim hakikatimiz mi olurdu?

Hakikati saklamamak hakikatlililik olduğunda bir erdem. Her şeyi merak etmemek de, bilimin ve bilgeliğin merakından.

Susanlar örbas edenler olmadı her daim. Konuşanlar hakikatliler değil çoğu kez. Öyle de olsa böyle de konuşma bir ihtiyaç, gerekirlik. Herşey ortaya dökülmeden herşey konuşulabiliyor. Konuşma susma olabildiği gibi, susmalar da konuşabiliyor.

Olduğumuz gibi görünerek, göründüğümüz gibi olarak mı yaşıyoruz bu komşusuzlukta da tersine çevirelim?

Görüntüden ve görünüşten ibaret oluşa ve kendi oluşuna yabancılaşmışlığına isyan olmalı insanın insan üzerine düşünüşü ve iddiası diyerek sözü dinlendirelim.

23 Şubat 2010 Salı

Kuyudan Güneş Çıkarmak

Her kim Mevlânânın Şemsin kuyuda olduğundan haberi yok derse, onun o hikaye edilişten, Yusuf'tan haberi yok.

Şimdi bana yusufluktan haber ver de, Şems'i kuyuda unuttuk de.

Güneşe hançer mi saplanabilir a canım? Sırtımızda hançerle dolaşmaktayız sadece.

Yusufu kardeşleri kuyudan çekmediler ki, gecelerini gündüz etmediler ki, gün ışıklarına kavuştular, ay ışıklarına kavuştular, suyun evini mühürlemeden kurtuldular, suya kavuştular.

Yusuf o kuyuda mıydı? Kuyudan Yusufu çıkaranlar kuyuya atanlar mıydı? Yusuf'un kuyuya yusufluktan başka yol alma kapısı var mıydı?

Güneş kuyuya hapsolsa, aksi bile çukurda kalmaz. Güneş kuyudaysa hapseden kim, hapsolan ne sual olmaz.

Şems dedi ki: Taşı yuvarladığınızda da ben Güneşimi kuyuda gördüm. Dışarısı ne karanlıktı, karanlığı görmediniz.

Hikmet güneşine yüzümü döndüm, gölgeyi dahi seçemez oldum. Ne karanlığı görebildim, karanlıkta görebildim ne de aydınlıkta.

A kuyunun ağzını balçıkla sıvayan kardeş, gördüğün ne, görmediğin ne? Ne karanlığı seçebilmektesin ne de aydınlığı.

Sırtında gecenin hırkası yok, gündüzün yeşerten nefesi. Hançeren kimin sırtının hançeri?

Kuyuya inen kendisini bulur, kuyudan kovayla güneş çıkartan da hiç değilse rahmeti. Sana az gelen bana ne kadar çok.

Güneşi gören sırtıyla da görür, sırt dönmez sırtını veren. Yüzünü döndüğün, baktığın herşey gördüğün değil.

Yusuf'u kuyuya yazan, Şems için kuyular kurutmaz. Kuyuya atılmayan dahi Yusuf m'olur diyelim de kenardan geçelim.