26 Mayıs 2008 Pazartesi

Mevlânâ Eleştirileri Üzerine: Ya Edep Ya da Barbarlık!

Mevlânâyı aradan çıkarıp, hattâ anısını dahi linç edip aklın, fikrin ve bilimin önünü açtıklarını düşünmekte midirler, popülerbilimcilerimiz, öfkeli düşünürlerimiz, aceleci mütefekkirlerimiz? Hakeret, alay, aşağılama furyası halâ hızını alablmiş değil. En sona bırakılan maalesef yine eleştiri.

Şirk, putlaştırma, tanrılaştırma ve aracılığı kaldırma adına yapılan putlaştırmaları anlaması daha da zor: Neden "putlaştır ve kır"a gerek duyulur, bir izah eden olsa.

Alakâlı alakasız alıntılar, donanımı olan olmayan herkesin ağır yargılarda bulunması. Evet, aslında Mevlânânın çağrısına uyuyorlar adeta, yeni şeyler söylüyorlar ve nakil yapmıyorlar.

Hazır olmamak, donanımlı olmamak konuşmamayı gerektirmez. Konuşursun, ama temkinli de olursun.

Kimileri bir yorumcuyu yetkin ilân ediyor, kimileri bir diğerini. Neden ve hangi yetkinlikle bunu yaptıklarını, aynı kriterleri kendilerine uygulamayı unutmamaları gerektiğini akıllarına bile getirmeyebiliyorlar. "Her önüne gelen konuşmasın"cı tutumu güçlendiriyorlar. Evet, bunda da bir hikmet var, ama daha kapalı, sınanmayan bir tavra da işaret edebiliyor.

Evet, yargılarımız, önyargılarımız olacak, ancak, bunları tartışmaya açacağız, yoksa tartışılmaz kelâm ettiğimizi düşünenlerin tavrını almış oluruz. Düzeltilemez, doğru, kutsanmış, tanrısal. Yani şirk'in alanına girmiş oluruz, düzeltilemezlikten, yanılmazlıktan konuşursak, faniliğimizi, sınırlılığımızı, insanlığımızı unutursak.

Eleştirilen neydi? Mevlânânın söyleminin insani yanılırlığın dışında olduğu iddiası. Eleştirenin tutumu ne, yanılmazlığıyla, tereddütsüzlüğüyle, tevazu eksikliği ile? Aynısı.

Ebu Cehilden bile öğrenir arif olan. En azından cehaleti. Cehaletin mantığını. Cehaleti öğrenmeyen, bilmeyen kendi cehaletinden öğrenmiyor demektir, kendi Ebu Cehilinden, kendi içindeki cahilden.

Arif olan, Ebu Cehil karşısında böbürlenmez. Kendisini görür. Kendindeki cahili, çok bilmişi, ezberi.

Cahilin cesareti ezberindedir. Arifin cesareti temkini, tevazuyu, uzun ince yolu, emeği seçişinde: Parlayıp sönen bir atılganlık değil, aydınlanan, öğrenen, kendini düzelten, bir diyeceği olan, itiraz edebilen, kendine edilecek itiraza misafirperver olan.

İki tür kendi fikri olan insan var diyelim, zora gelemeyenlerin işini kolaylaştıralım. İlki terbiyeyle, eğitimle ve başkalarının deneyimlerinden öğrenebilmiş, ve öğrenen insan. Diğeri yine ilki gibi ama kendi tecrübesini edinmeye, hayatla sınanmaya mahkum olmuş insan.

Hayatla sınanmış, hayatın bin bir halinden geçmiş insan bazan bir eşkıyadır, eşkıyalıkta akıl fikir bulmuş bir insan; bazan bin bir cephede savaşmış, esir düşmüş, unutulmuş, iteklenmiş, kakalanmış, döndüğünde çocuklarınca dahi beklenmayen itilip kakılan bir büyük insan; kimi zaman evinde gül yaprağıyla dokunmaya kıyılamamış ama esir düşmüş, dağa kaldırılıp oynatılmış bir prenses, oradan buraya sürüklenmiş, canına defalarca kıymış, canına defalarca kıyılmış, ama ayakta kalmaya mahkum edilmişliğiyle şartlarını aşabilmiş bir insan; bazan sıradan saf bir insan geçim derdinde, hayatın peşinde hayat öğrenmiş, insanı öğrenmiş, hanyayı konyayı öğrenmiş; bazan kötülük için yola düşmüş bir zalim, ne olmuş olmuş insafa gelmiş, insanlaşmış, kendini insanlığa adamış bir insan...

Hayattan öğrenmişlik, hayatla sınanmışlık zor, çetin, yıpratıcı. İrfan da edinilir hayatta, ama daha çok yoldan, insanlıktan, insaftan çıkılır. İtilip kakılan itile kakıla insanlaşmaz, vahşi bir hayvana dönüştürülür çoğu kez.

Bana bir söyleyeceği olan varsa, sen de kimsin, hatasızlardan değilsin diyemiyorum. Hayatıyla konuşan, bize hayatı konuşur. Hayatıyla bizi o hayata gerek bırakmadan aydınlatır, uyarır.

Sürekli tekrarlamak zorundayım, bir insanın öğrenmesini istiyorsanız, hayattan dersini almasına izin vereceksiniz. Ama birisinin alıp başını gitmesini, bir belaya girmesini dilerseniz bilim, anlayış, irfan adına dahi olsa onun kaybolmasını, zulüm görmesini de istemiş olursunuz, yani kötülüğünü istemiş. İnsan olarak, tecrübeden, hazır bilgiden ve sınırlı, korunmuş hayatından öğrenmesini umacaksınız. ama hayattan dersini almış olanları dinleyeceksiniz. Ezbersiz konuşanlardan öğreneceksiniz. Öğrenme ezberleme değildir. Öğrenme e bir tecrübe işidir, bir olgunluk işidir, bir muhakeme işidir, bir sorumluluk işidir.

Anlama, insan olma, hatasından öğrenme, hatasını aşma, hatasını dahi bir hayra sebep etme çabası, çırpınması, gayretinde miyiz değil miyiz, mesele bu ve burada.

Hatasızlık dedik. Bu mümkün mü? Değil. Küçük hatalar, ölümcül olmayan, şeddesiz hatalar diyelim hata bulamadığımız arifin, insanın hatasızlığına. Diğerininkine de büyük yanlışlar, hayatla ve başka hayatlarla oynamalarla dolu bir hatalar zinciri diyelim. Akla fikre, kuralların en apaçık olanlarına dahi uymama, yol kesme, ufuk karartmalarla dolu bir hayat, dönüyor dolaşıyor, kendisini buluyor, insafı ve insanı buluyor.

Bu böyle midir aslında? Hayır. Hatasız, bazan kaçak güreşmiştir, yanlış yaparım korkusuyla yapılması gerekenden imtina etmiştir. Hatada olan, doğru olanı yaptığında yüzüne tükürülmeyi, dağından, ininden sürülmeyi göze almıştır bazan. Bazan da, gerçekten ölçülü, sorumlu bir hayat sahibiyle karşılaşırız. Aklı başında yaşamış ve ölmüş bir insan.

Meselelerden birisi şu. Hem insan insandır, hatalıdır, sınırlıdır, sorulumludur, fanidir diyoruz, hem de yanlışsızlık hatasızlık bekliyoruz. Hatasızlıkla ve hatasızlıkta insan olmasını bekliyoruz. Mümkündür. Ama sınanmamışlıkla, çaresizlikle karşılaşmışlarla dersini almayana tecrübesiz de diyoruz. Tecrübe ne idi? Herşeye yetecek tecrübenin olmadığını bilmek, öğrenmeye, hayat boyu dersini almaya açık olmak. İlki açık fikirli, açık yürekli oluş, ikincisi onu dışlamayan, hayatla sınanmaya açık oluş.

Hayatı sınamak? Estetlik, gurmelik işi. Hayatı nere kadar sınayabiliriz? Nereye kadar? hayat bizden ne öğrenir, biz hayatın ne kadarına ne öğretiriz öğretebileek olsaydık da. Ama biz, sınırlarımızı, hakikatimizin alanını öğreniriz hakikati olmasa da: Had bilmeyi, ölçüyü, tadında bırakmayı yani tadı; incelerek törpülenerek zevkliliği; yapmacık olmayan, içerik kazanmış, bilince dönüşmüş terbiyeyi. Sınanmış bilgiyi.İnsanlığın ve dünyanın çeşitli hallerini.

Mecdeli Meryem'i taşlayan taşlar bana söyleyeceği bir şey varsa dinlerim. Atılan taş yeneceği günahına değil, söyleyeceğinedir zaten çoğu kez. Söylediğinin hakikatine.

Rabia Hatun neler çekti kaç kişi bilir? Hangi yazılı kaynaklarda bulabilirler o acıyı? Bilseler acılarının kaynağını, o huzur veren anlayışı, insanlığı kucaklamayı, buluşabilirler miydi ol hakikatle? Şimdi yaşasa Rabia Hatunu da itekleyeceklerimiz olurdu sanırım.

Mevlânâ geçmişte bıraktığı bir şey için suçlanmıyor diyecekler. Peki, geleceğe taşıdığı şeyler için mi suçlanıyor? Olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol gibi bir kriteri kaç kişi koyabilmiş insanlığın önüne de kalkıp Mevlanâya insanlık öğreteceğiz?

En fazla metinlerini eleştiririz. Ama aynı şeyi Nasreddin Hoca yaptığında hoşgöreceğiz. Ya da tersi, Mevlanayı hoş göreceğiz, Hocayı hor göreceğiz.

İkisi da hayatlarıyla hayatla konuşan insanlar. O dönemin Konyası, halk kültürü, insanların nasıl düşündüğü konuştuğu anlaşılmadan ne söylediklerini eleştirme hakkına sahibiz. Evet karşımızdaki insanlar muhallebi çocukları değiller, mektepliler ama hayatı bilen, çile çekmiş, dert yaşamış, görmüş geçirmiş insanlar. Sövüyorlar kimi menkıbeye göre, ayıp hikaye anlatıyorlar kimi metinlerine göre ve dinleyenleri var, insanlar onları taşlamıyor. Cenazelerinde şehrin nüfusunu geçiyor kalabalık. Kibar olsalardı fena mı olurdu? Olmuyorlar! Ne yapacağız? Silip atacak mıyız, söylediklerini en kötü biçimde yorumlasak bile? Bir doğru cümleleri yok mu?

Tersine binlerce doğru cümleleri var. Göstereceğiz, teker teker. Mübarek hocamızı şimdilik savunanlar var, biz Mevlânâyı okuyacağız. Felsefesiz miymiş. Düşünce bilim düşmanı mıymış, halk düşmanı mıymış, ahlâksız mıymış, hukuksuz muymuş, yüzeysel miymiş, yasakçı mıymış, cehaletin dostu muymuş, cezbe ve transla mı iştigal edermiş, dostu düşmanı kimmiş, hululülüğü savunmuş mu ortaya çıkaracağız.

Doğru şey söyleyen, yürekten söyleyen, söylediğini kasteden ama yanılan herkesi okuyacağız, imkanlarımız el verdikçe.

Mevlânâ yol kesmiş olsa, veli değil haydut olsa okuyacağız, söylediği bir şey varsa. Söyleyeceği bir şey olanı susuturmak bizim işimiz değildir. Sözü, doğrusu olanı susturmak ahkikati karartmaktır, biz bunu yapmayacağız.

Ebu Cehil akıllı bir şey söyledi de dinlenmedi mi?

Biz soyağacının değişik kollarından Ebubekirin, Hasanın, Hüseyinin öz be öz torunu Mevlânâ Muhammed Celâleddin-i Rumî'yi Sıddık, Seyyid ve Şerif olduğu için, soysopçuluk yaptığımız için değil insan olduğu için dinleyeceğiz ve gerekirse, eleştireceğiz, buna itiraz eden yok. "Ya edep, ya da barbarlık!" diyoruz sadece.

İçinde hakikat olan her söz, gününü aşan her söz verilmiş sözümüze gider, ondan geldiği gibi. Dil bizde konuşur, biz dilde dile geliriz. Ne söylediysek riyasız, hakikatli dlimizdeki bir imkanı canlandırmaktır. Dil kendi kendine konuşmaz. Dil için insan bir araç da değildir. Dil olup bitmiş değildir. Dil oluşur, açılır, kapanır. Söyleneni dil kendiliğinden söylemez. Ama söyleyen de dilsiz söylemez.

Mevlananın dediği odur ki kısaca söylersek ve kısalttığımız için hata yapmayı da göze alırsak, geçiciliğim, faniliğim içinde söylemediğim ne varsa, ne varsa zamanını aşan ve aşacak olan, bana ait değildir. Hakikatin bendeki ifadesidir.

Bu mümkün müdür? Faniliği aşmak? Hakikatin kırıntılarıyla yetinmekten vazgeçmek? Kanımca insan için imkansızdır, insanı aşmak, insanı tanrısallaştırmak olur. Ama söz için? Evet, sözde böyle bir olay var. Söyleyen bir insan, bir sınırlı halden konuşuyor, ama, anını da zamanını da aşıyor. Bunu kim ayırdeder? ilkönce zaman diyelim, yani zamanla ayırdedilir. Söyleyen bir insan, zaten çeşitli zamanların söylenmişlikleri, söylemeleri, kavramları, ufuk kaynaşmaları içinde konuşuyor.

Mevlananın söylediği ne bir sır, ne bir gizemli iş. Hakikate yüzünü çevirmeye, bakmaya cesaret ediyor. Kullandığı dil, kendinden önce de var. Kullandığı kavramlar, düzelttiği, düzenlediği, işlediği duruşlar.

Peki Mevlana tüm zamanlar için mi anlıyor? Hayır. Bir insan gibi anlıyor kendi söylediğini de. Elbette bir insandan fazla, sıradan bir insandan. Ancak tanrısal bir bakışa sahip değil, öncesi ve sonrasından, dünya oluşmadan ve tarih sona erdikten sonraki halden bakmıyor. Bakamaz. O insan hakikatinden konuşuyor, insana açık olan hakikatten. Zamansız mekansızlıktan değil, herşeyin üzerinde, evvelinde ve ahirinde oluşdan değil.

Mesnevideki vahiy konusunu kurcalamadan önce, Mevlanada gördüğümüz faniliğimizde anlamamız ve faniliğimize rağmen hakikatle kucaklaşabilmemiz düşüncesini biraz daha incelememiz lazım.

Mevlana cinsel temalardan kaçınmıyor, ama şehveti de yeriyor. Yani pornocu falan değil, edebi "gerçekçi"likle suçlanabilir, bir anlamı varsa, insanda ne varsa konuşuyor, belki sadece arife konuştuğunu sanıyor, belki bu konuda dönemin dünyası böyle olduğundan yapıyor, ama sanmıyorum, bazan belki protestocu bir tavrı var, meclisi tepkiye zorluyor, yermek istediği birisi açmak istediği bir tartışma var. Bazı kısımlar var ki ben de şaşırdım, ama daha çok zamanımızda nasıl anlaşılacağından, insanların bakışlarıyla bakamayarak okuduğumda, o kısımları göremedim bile, insan ne ararsa onu buluyor biraz da. Ama bunu eleştirileri kapatmak, suçlamak için de kullanmayalım. Bu sözü şunun için söyledim sadece: Oca hikmet, emek, hakikat, çırpınış ve tartışılan, görülen belki olmasa da olabilecek bir kaç sayfa.

Olmasa da olabilecek bir kaç sayfa dedik. Olmasın mı? Çıkaralım mı? Hayır. Madem beğenmiyorsunuz, öyle yazmazsınız. Ama bir eser bize öyle gelmiş. Ve esere sonradan eklenmiş olmayan herşey kalır. Gülü seven de dikenine katlanır. Ve işin en ilginç yanı o kısımlar bana söylüyor ki: Bir insan Mevlânâ. Böyle olmasa eleştirel mesafe almakta zorlanır mıydık? Eleştiri ille de mesafe işi değil. Nasıl bir mesafe o önemli. Metinle diyalog, tartışma her daim olurdu. Metne mesafeden çok, Mevlânâya kapılmayı engelliyor gibi. Epik tiyatrodakine benzer birşeyler var ama, anlatabilmem yani anlatılırlaştırmam zaman istiyor. (Teknik) bir işlevi var gibi. Bunu da ilk diyen olalım.

Mesnevi sanat eseri değildir diyenlere de itiraz etmem gerekecek, bu konuda, sanırım. Adı da zaten Mesnevî. Bir edebî form. Ancak mesnevi şiir diyip geçilecek bir şey de değil. Mevlananın kendisi gibi çok şey birden. Fili tartışan körler gibi filozof, sufi, fakih, şair, sanatçı, alim, düşünür, abdal diyip duruyoruz. Belki o da "ben sadece bir insanım" derdi.

.....

(Ben de sadece bir insanım. Yazmak zorunda kalan bir insan. Çocuklarımı terbiye etmekle, başkalarına düşünmeyi öğretmekle geçirmek isterdim zamanımı. Ama 12 saat taksi sürüyorum. Ve kalan zamanımda, uykudan çalarak bu eğri büğrü notları tutuyorum 12 metrekarelik evimde. Fazlası? Aklıma gelmedi:) İstemeye de fırsatım olmadı:) Kitaplar eve sığmıyordu, bir ara. Takılıp düşüyordum. artık pek kitap almıyorum.

Yazıya defalarca ara vermek zorunda kaldım. Yemekte, iki müşterinin arasında bu kadar yazılabiliyor, ciddi bir düzeltmeden geçeceğini, belki düzeltilemeyecek kadar karışık ve hatalı olabileceğini bilerek okuyup geçmenizi diliyorum, Efendim. Uykuyu haketmek için bir de yorumbilgisi metni kaleme almamız lazım gibi görünüyor.

Bazı konuları zamana bırakıyorum. Yazdığım dağınık ortamda daha kapsamlısını (televizyonda futbol, yanımda bilgisayarın, modemin markasını soranlar, selamlamak zorunda olduğum şöförler vs vs)yazabilme imkanım yok.

Bu yazı da henüz düzeltilmedi, online yazıldı.)