27 Aralık 2011 Salı

Ey Maneviyatçı ve Muhafazakârlar! Gözetleme, Tecessüs ve Yakıştırma Hamlesi Ne Zaman Tamamlanmış Olacak?

Gözetlemede, tecessüsde, yakıştırmada kimselerden aşağı kalmadığınızı gördük.

Başkalarını ne ile suçladıysanız, vaad edildiği gibi aynısı başınıza gelmeden durmayı bilebilecek misiniz?

Başkalarına yakıştırdıklarıyla suçlananlar, bu dünyada başkalarına yakıştırdıkları başlarına gelmeden terk-i dünya edemeyecekler yine de şanslılar, yeniden mazlum olabildikleri için, bir anlamıyla dahi olsa.

Hep haklı, hep kusursuz, hep tepeden bakan olmamak, başkalarına verdiği acıyı tadmış olmak insan vicdanı için daha iyi bir başlangıç noktasıdır. Günahsızlıktan, hatasızlıktan değil de insan olmanın gurur ve azabından konuşmak bambaşkadır.

Birbirimizi her ne kadar daha iyi tanımaya başlamış olsak da, bu iştihadan vazgeçmek; örümcek ağı serip tuzak atma, kafes kurma dönemini artık kapatmamız lâzım:

En iyi tuzak atabilecek, bent kurabilecek ve bütün tuzakları okuyabilecek olanın dersini mi bekliyoruz?

Hikmete kapalı olanın burnu sürtülür, sürtülecektir!

Sadece bildiklerini okuyanların değil, anladıkları ve kavradıklarını öğretemeyenlerin de sorumlulukları ortaktır!

18 Aralık 2011 Pazar

Deprem Hadisi ve Çocuğu Yanan Ana

Oğlu İbrahim'e gözyaşı döken Peygamber'in kendisine cenazeye ağlamayı men etmişliğini hatırlatan Avfoğlu Abdurrahman'a verdiği cevaptaki hikmete dikkat etmeyenler yıkıntı altında kalanlara, din anlayışları üzerine bin bir yakıştırmada bulunulmuş  birilerine  yüzlerini dönerek: "Bu depremler muttakiler için bir nasihat, müminler için bir rahmet, kafirler için bir azaptır!" diyebiliyorlar.

Hadisten haberdar olmak her durumda ona başvurmak için yetmez. Bağlamı, kapsamı  dışında ve temellendirici bilgilerden habersiz ortamlarda "yorumsuz" olarak alıntılamanın da bir yanlış yorum çeşidi olduğunu yorum geleneğimizin bir kriteri olarak akıldan çıkarmamamız lâzım.

"Yorumda yanlış yok, ben ne söylersem doğrudur, zaten kendim bir katkıda bulunmadım, olanı söyledim!" diyen hakikate zulm ediyor durumuna düşer!

Peygamber torunlarıyla oynarken, birilerini selâmlarken; insan gibi dertlenir, hüzünlenir, sevinirken kendi sözü önüne konulurdu bazan. Bunda bir kasıt da yoktu çoğu kez, çünkü söylenilenin hikmeti yoruma "yorumlananı söyleyen"in itirazında biraz daha açığa çıkar. Anlam konuşma, söyleşme, alışveriş içerisinde kendisini ele verir, sınırları belirir.

Deprem hadisinin kaydı, nakli, bağlamı hakkında uzmanları konuşur. Doğrudan kendisinden yola çıktığımızda tek bir konuya işaret etmediğini, bir yığın düşünce ve ilke yumağına, fikir yürütüm zincirlerine, hayata, kadere, sorumluluğa, hürriyete, sınırlılığa, kırılganlığa, faniliğe ve sonsuzluğa dair bin bir konuya gönderme yaptığını görüyoruz.

Eğer Peygamber yaşasaydı, evlâdı yananları kucaklamayı, evini onlara açmayı tercih ederdi kanısındayım. Söyledikleri acı çeken insana tepeden bakıcı değildir. Kendisi de acı çekmiştir, ve acı çekenlerin yanında yer almıştır.

Acıya takılıp kalmamayı, affetmeyi, ileriye bakmayı, bireysel sorumluluğu ve kaderi unutmadan hayata daha büyük bütünlüklerden de bakmayı işaret eden sözü ile insan incitmek ayıptır!

Düşmanın bile olsa karşındaki, acısı olan insan olarak kardeşin. Kalanda kabahat buluyorsan, ölenin sıfatını sen mi vereceksin? Senin acın varsa böyle konuşmazdın, onun acısı varsa böyle konuşamazsın.

Bu kadar çok alıntı ve gaf yine de birilerine "bu böyle değildir!" deme fırsatı verdiği için hayırlıdır. Hata ise büyüktür, kibir kaldırmaz. İnsan ancak yanlışını düzeltmeyi bilerek, duyarlılığını açık tutarak, tecrübeye açık durarak yorumunda yani sözünde ve alıntısında yerli yerinde davranıyor olabilir.

Uzatmamak için konuyu güncel bir eleştirime bağlayarak anlam alanlarından birisine daha kavuşturayım: Kimse kimseye "iyi ki başına bu felaket geldi, o sayede güzel okullarda okudun!" diyemez dedik, Dersim konusunda. Zulümden veya felaketten hayır çıkacağı üzerine dair gerekçe o felaketten, zulümden, zorluktan, yıkımdan çıkan insanın iç sesi, kainat anlayışı olarak başka; mazlumlara, kurbanlara, kazazedelere, felaketzedelere başlarına geleni bir haketmişlik gibi dayatan zalimin, zulüm avukatının, ihmali olanın, yardımda eksik kalan insanlığın iddiası olarak başkadır.

Rıza lokmasını bilene rıza dersi vermek de ayıptır gerçi. Rıza dersi almak için konuyu açarsın, açacaksan. Başkasının dile getirmek istediğini senin dile getirmen başkadır. Hasta bir arkadaşımın hastalığından kazandıklarını, onun söylemek istediklerini, söyleyebileceklerini dile getirmem farklıdır. Daha da ilerisini paylaşmış, selamlı salâvatlı insanların arasında konuşulması tabii ki başkadır. Bir hasımlıktan formule edilmesi başka.

Uyarılar? Tabii ki olacak. Ama, acı çeken insanın ufkuna bir kabus bulutu gibi çökmeden. Evet, bu dünya soğuyacak, dağılacak. Acısı olan bunu işitmek istemez değil, afra ve tafrayla söylenmesini işitmek istemez. Tepki insanın çiğliğine olduğunda, hakikat iddiasınaymış gibi mesele uzatılmamalıdır.

Sohbet hatip işi değil arif işidir. Hitabetin hakikat ile alaka kurucu yanları vardır, sohbetin ise karşılıklı anlaşma süreci içerisinde insanı değiştirerek, ufkunu genişleterek anlamaya ulaştırması. Hatibin arif olmaması, hitabeti de monoloğa çevirir, bu da başka bir sorun.

"Öldürmeyen güçlendirir!" derken Nietzsche benzer bir şeyden bahsediyor. Bize bir işkenceci bunu dediğinde de gücenmemiştik ama: İnsanî bir tecrübeyi bize açıp, kaybolup gitmişti ufkumuzdan.

Peygamber ise felaketler, belirsizlikler, sarsılan zeminde insan olarak ayakta kalmanın ufkunu konuşturuyor. Buruk, kindar, intikamcı bir ufku değil, herşeye rağmen insanca hayatı, dayanışmayı, iç huzuru ufuk olarak sunuyor. Ve elbette acısız, içi kıpırtısız insanlara değil. Ciğeri dişlenmiş Hamzanın ailesine, çocukları katledilecek kızına, hepimize insani vakarı ve tevazuyu, yarın ölecekmiş gibi ve hiç ölmeyecekmiş gibiliğin emeğini, çırpınmasını öneriyor.

Yerli yersiz alıntılar yerine birbirimizi şeytanlaştırmalarımıza itiraz geleneğin hakikatini daha doğrudan konuşturacaktır. Hayatı olmayan yorum zaten söz konusu bile olamaz!

Gücü olanı kimse eleştirmiyor artık eskisi kadar, biz gelenekten hoşnut olsak bile, gelenek bizden hoşnut mu emin değilim Efendim!


Hikmetin kürsüsüne çıkan konusuna da hakim olsun bir gün: Bu rüya da biz "Kenardan Geçenler"in!

17 Aralık 2011 Cumartesi

Sıkça Gelen Sorulara Seyyarî Cevaplar

Sınanmak için ne yapabiliriz?

Aman sınanmayın derim. Sınanır da başarıyla çıkarsanız, kayıpsız olmayacak bu. Her sınanmadan başarıyla çıkılmaz. Her sınanmadan kendini toparlayarak çıkmak, kendi parçalarından bir ben kurup kendisine devam edebilmek yeterince başarıdır zaten.

Aşk'ı nasıl sınayabiliriz?

Herşeyi sınayın ama aşkı sınamayın. Bırakın aşk sizi sınasın.

Kamil Mürşit arıyorum, bir adres verir misiniz?

Kendinizi aramıyorsanız zaten mürşite ihtiyacınız yok demektir. Kendinizi arıyorsanız, zaten doğru yoldasınızdır, bize de bildiğinizi öğretirsiniz o halde.

Kamil insan yok mu da link vermiyorsunuz?

Ben tasavvufla ilgilenmiyorum, Mesneviyi okumaya hazırlanıyorum sadece. Yaşayan kamil insan da tanımıyorum sanırım. Ancak saf insanlar, bazan kedi köpek gibi munis mahlukat iyi insanları tanıyor, biliyor, farkediyorlar. Hayatta pişerek hanyayı konyayı anlama sürecinde ise insanı tanımak bilmek ömür ister. Birisine kâmil diyenin kemale erme, erdirme iddası vardır az çok. Bir de kıyasla, ömür boyu tanıdıklarımızı zihin karşılaştırarak bize bir şeyler söylüyor, eskilerde bizi yanına oturtan ve dinleyen yaşlı dosta galiba kamil insan diyorlar şimdilerde gibi kanaatleriniz oluşuyor. Her köşe başında var olduğunu sandığınız bir insan karakteri, aranıp da bulunamayan tecrübe ve irfan kapısı imiş geç anlıyorsunuz. Anlama hep geç anlamadır ama. Bunda sorun yok. Yeter ki anlayacak bir şeylerimiz olsun.

Olgunlaşan insan, olgunlaştırır da. İhtiyaç duymadan ad da konulmaz. Bildiğimiz bu kadar. Ben meselâ Makaalâtı okuyorum, bakıyorum bana hitap ediyor. Mesnevîyi okuyorum o da öyle. İnsan dostsuz kalmıyor. Söylenmemiş bir söz varsa, o da sizde konuşur zaten.

İhtiyacınız olacak ki, göreceksiniz.

Meseneviyi anlamak için ne yapmam lazım?

Anlamak ömür, tecrübe, açıklık, hakkat derdi vesaire ister. Anlamanın okulu yoktur. Yanlışlarından anlamak anlamanın en iyi netice veren kısmıdır. Buradaki anlama ancak, anlama kavramının tüm kapsamını yakalamaz. Tüm zamanlar için, tüm ömür için bir kerede ve bir kereliğine anlama yoktur.

Mesneviyi okumanın sakıncaları nelerdir?

Yorulursunuz, zahmet etmeyin Efendim.
Okumaya ihtiyacınız varsa bunu sormazdınız Efendim.

Mesneviyi okumak şart mı?

Değil. Hakikati olan br şey söylenmişse, bin bir biçimde karşımıza çıkar. Hakikati olan hiç bir şey kaybolmaz, silinmez, unutulmaz, akla gelmemezlik etmez.

Mesnevinin farkı ne?

Hikmetin güzel söz olması, hakikatinin okuyanın hakikatine karışması, Şık sözün ve lâf ebeliğinin hikmet diye önümüze sürülmemesi, bir diyalektiğinin olması. Zamanının öneriler olarak biliminin, bilgisinin, felsefesinin, yorumbilgisinin ve hikmetinin geleceğe açılmasıdır da.

Mesneviyi nasıl okuyacağız?

Atıp tutmayı, ezberi, övgüyü sövgüyü bir kenara bırakıp bir dertle, hakikat derdiyle size bir diyeceği olan metin, size hitap eden bir metin olarak okuyacaksınız mesela. İtiraz ederek, geri dönerek, çerçevesini ve çevresini gitgide dolaşarak. Bütün (büyük) metinler bir ilgiyle, bir dinleyeceği, öğreneceği olmuşlukla okunur. Özet çıkarmak için değil, söyleşe söyleşe okumak gerek, galiba.

Mesnevinin size katkısı?

Bir proje olarak doğu, geçmişimiz kapılarını açıyor size. Dünya hakkında ne kadar çok şey biliyorsanız, o kadar çok şey size konuşuyor. Ben Mesnevideki hakikat kaygısı ve vurgusunun dünya düşüncesi üzerindeki etkisine de hayran kaldım, gündelik anlamıyla okuyucusuyla dertleşen, şakalaşan bir metin olmasıyla da. Dost bir metin, bir sığınak, destek, hakikat için bir çağrı olarak bazan ben onu aramasam da o beni buldu. Altından kalkılmaz ne dertle boğuşsam. Mesnevi benim arkadaşım: Bana her daim bir şey söyleyen, kültürümüzün kapılarını bana açan eserlerden birisi. Yazarken bakıyorum bazan Mesneviyle şakalaşıyorum, söyleşiyorum. Hakikatle ne derece hemhal olursanız olun, söylenene ihtiyacınız bitmiyor. Bazan hikmet olarak. Bazan bir dünyanın bilgisi olarak. bazan daha daha başka biçimlerde.

Rindanelikle Neyi Kastediyor Her Kendisini Zahit Sanan?

"Ne gelirse Haktandır, şinanay yavrum şinanay nay" kastediliyor sanırım.

Halk hayatında izdüşümü ve nüktesi olmayan bir duruşun entellektüel hayatta gölgesi dahi okunmaz.

Zahit gölge olduğunu düşünmeyebilse, gölgesiz kalsa bile, rind halk olana gölge olduğunu bilir.

Halksız hakikat olduğunu düşünen insan uçukça uçar, rind halkın hayatta ve hayatla incelttiği üzerinde oynadığında, çalıştığında aklı başında ve kalbi göğüs kafesinde atarak hakikaten kanatlanır.

Kalp kafeste, akıl tastadır. Rind uçmayı sonsuzluk yaşantısı görür, kafesten çıkamadığını bile bile ve inkâr etmeden.

Rindi teneke kafese kapatmışlar, yine: "Evimdeyim!" demiş.

Rind hakikatten vazgeçemeyen uyurgezerdir.


Zahit uyarır ama uyuyamayan kendisine karşı uyanıksa rindin zahididir.

Cehennemi Bu Dünyada Kurmaya Kalkışanları Gördükten Sonra!

Tasavvuf başkalarını gözetleme ve izleme değil, kendini gözetleme, izleme, hayatını sorumluluğuyla buluşturma sanatıdır, eğer bir gözleyici, izleyici sanat olarak göreceksek.

Rind hep verecekli olan taraftır. Alacağı yoktur. Yaptığının ödül olarak bir karşılığı yoktur. Hayat sevincinin, tutumunun, anlayışının eseridir yaptığı.

Yaptığını hep daha iyi yapabilişler içerisinde bir sorumluluk terbiyesi olarak görür insan. Eksik yerine getirmelerden, aklı sonradan başına gelmelerden kaçınamayacağını gördüğü halde daha iyisini yapma çabasından kaçınmadığında şenliği başlar insanın. Kusurunu kabullenmesi, yarımlığını, eksikliğini kabullenmesi içinde bir sorumluluktur, olgunlaşmadır, mükemmeliyet arayışıdır rindin insanlık arayışı.

Hangi yüzle hakkın divanına çıkacağını düşüne düşüne insanlığının sınırlılığını keşfeder, kavrar, kibiriyle alay eder, insanlıktan, sınırlarından, faniliğinden hoşnut kalarak kendisini değiştirir, öğrenir: Ne yapacağını bulmuşluk değildir bu, ne olduğunu bulur gibi olmuşluktandır.

Rind, görüldüğünü görür. Yani kabul eder. Gizlisi saklısı yoktur. Gizlisi Saklısının Olmadığına ortak koşana, ortak düşene muhabbeti yoktur sadece. Rind, saklamaz, saklanmaz ama, tecessüse de meze edilmeye muhabbet duymaz.

İnsanın hesap vereceği divanı bu dünyada kuranlar cehennemi bu dünyada kurmaya kalkanlardır.

Bu dünyada Şeddat cenneti kurmaya kalktı. İrem bağlarını tufan aldı. Sivas Katliamında yazmıştım yıllar önce, tekrarlayayım, Kerbelâ da aklımızda olarak: Bu dünyada cennet kurmak çabaları naif ve iyi niyetli ütopyalarmış meğer, cehennemi bu dünyada kurmaya kalkışanları gördükten sonra!

Ey insan! İzleme, gözetleme ve teşhire meşruiyet biçme imkanları çok sınırlıdır. Ahlak tek yanlı eyleme olduğundan (karşı taraf cevap versin vermesin ahlaklı davranmak olduğundan!)  ahlaki meşruiyeti kesinlikle yoktur. Hukukî meşruiyet ise herkesin kabul ettiği ve herkese eşit derecede işleyen ve işletilen bir hukukta sınırlı bir anlamda söz konusu olabilir. Kullanan, intikam alan değil gece karanlığı gibi insanın iyiye doğru değişim hakkını ayakta tutabilen bir hukukta.

Öldürmeyenin güçlendirip olgunlaştırması da yapılanı meşru kılmaz. Zulme uğrayanın tesellisi, zalime gerekçe olmaz: Bu da bizim hukukimsi argümentasyonu gerçek argümandan ayırmak için önereceğimiz normatif  ölçütlerden birisi olsun!

Teşhir temelli ya da temelsiz de olsa hak ve hukukun önüne geçirildiğinde nesnesini mazlumlaştırır, öznesini zalimleştirir.

Dünyada her canlı ölümlü mazlumlardan olmayı tadmaya heveslenmeyebilir. Zalim olmaya heveslenmek dünyadan elinden geleni yaparak yarım ömrü tamamlayamayacağına emin oluştan değilse de zahmetsizlik ve çilesizlik talebindendir.

Döke saça, eksik ama elinden geleni yapmaya çırpınmış insanın günahkâr huzuru  vicdanı kin mantığıyla boğmuş cennet garantili, kendisini günahsız ilan etmiş rüyadan ve riyadan daha uyanıktır.

Gözetlemeyin, izlemeyin, dinlemeyin, peşinen yargılamayın. Haklı dahi olsanız, haklılığınızı kaybedersiniz Ey Talip!

Verdiği sözü inkâr eden insan olmaktan daha büyük bir zulüm yok özümüze/varlığımıza karşı!

5 Aralık 2011 Pazartesi

Bir Şefik Can Röportajı ve Abdülbakî Gölpınarlıya Karşı Yapılan Yanlış

[Yazı gürültülü bir ortamda, gelen gidenin arasında kaleme alındı. Kısaltırken ve bazı paragrafları birleştirirken cümleler kaydı. Gereksiz tekrarlar düzeltmede kolaylık için öylece bırakıldı. Gözden geçirilecek, ancak, şimdilik buna zamanım yok.]

Merhum Mesnevîhan Şefik Can diyor ki:

Sultan Veled Hazretleri’nin takip ettiği Şerîat yolunu, herkesin kendi meşrebine göre yorumlaması da gayet tabiidir. Nitekim Abdulbaki Gölpınarlı merhum Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik adlı eserinde;
“Sultan Veled’le katılaşan Mevlevîlik ruhunun Ulu Arif Çelebi ile hayatiyet kazandığını görüyoruz” demektedir. Bu bir hayatiyet mi? Yoksa Mevlânâ’nın yolundan ayrılış mı? Benim bildiğim, kendilerini rindâne bir neşeye bırakarak, Şerîat’ın bazı kayıtlarından kurtulan, kendilerine has manevî bir zevk içinde yaşayan Şems Kolu mensupları ile Mevlânâ’mızın yaşayışları arasında iyice farklar olsa gerektir.

Röportajda Şems'in yanlış anlaşıldığı, ama bu yanlış anlaşılmanın Makaalâtın tahrifinden kaynaklandığı söylense de iddia edilen Şems Kolu'nun rindaneliği Abdülbaki Gölpınarlının Şems Koluna has olarak görmediği bir tavır olduğu halde zahit rint ayrımı üzerinden yapılıyor.

Mevlana kendisini zahit değil abdal olarak görürdü. Bu da zahitliğin ve rintliğin bazı anlamları üzerindendir. Şefik Can'ın tartıştığı başka bir şeydir.

Sultan Veled tarikata öncülük ettiği için Mevlanai çevrelerde eleştirilirdi. Sultan Veled'e yönelik eleştiriler tipik "rindane" eleştiriler değildi.

Sultan Veled'in oğlu Ulu Arif Çelebi'nin örgütlemedeki başarıları, canlı ve aktif hayatını Abdülbaki Gölpınarlı anlatmakla beraber, eleştirir. Rindane kavramı da röportajda hayli olumsuz bir yüklenmeyle kullanılmış. Halbuki mevlanai eleştiri Sultan Velede de, Ulu Arif Çelebiye de yönelmiştir. Veled Çelebinin tarikat kurulmasına öncülük etmesine, Ulu Arif Çelebinin de tarzına. Eleştiri yok sayma olmamıştır, şimdiki zahit gösterilen kol o dönemki eleştirilerin geldiği odak değildi. Kaldı ki zahit kolla sınırlı bir zühd yorumu, anlayışı, kavrayışı, iddiası eleştirilir, zühdün kendisi değil.

Esad Dede'nin öğrencilerinin kendilerini zahid kolun temsilcileri olarak tanımladıklarını bilmiyordum. Yeni öğrendim. Kendilerini böyle görmelerini hakkanî kabul etsek bile, Şems Kolu ile iddia edilen Zahit Kol arasında böylesi bir gerilimin olması biraz zorlama kaçacaktır.

Abdülbaki Gölpınarlı Ulu Arif Çelebinin katkılarını, tarzını da anlatır ama onu en açık eleştiren de kendisidir. Gölpınarlı Şemsi koldan değil, Mevlanaîdir, kolların ayrışmasından önceki bir yerdedir, Şemssiz mevleviliğe de elbette o karşı çıkmıştır. Melamî ve Kalenderî anlayışların kapsamlı eleştirilerinden birisi de ondan gelir. Melametin ve kalenderi tavrın özünü, çıkış noktalarını reddetmez, her melamete de eyvallah demez.

Bektaşi kol denilebilecek bir çok çıkış noktasını da yine Abdülbaki Gölpınarlı eleştirir.

Kendisinin azeri kökenli olması Caferi, Şii ya da Melami Mezarlığına gömülmesi üzerinden onu Bektaşî koluna bağlamak, rindane meşrep denilen yanlış tasnifi yüklemek yanlıştır. Abdülbaki dede Mevlanaî idi. Ve tabii ki mevlevi idi. Melami tavrın mezhep ile bir alakası yoktur. Kökünde melamet olmayan çok az tasavvuf kolu var. Ya melametsiz fütüvvet mümkün mü?

Şems konusunda bu röportajda bir önyargının kaldırıldığını değil, yerleştirildiğini gördüm. Makaalatı okumak, artık Makaalat ne kadar tahrif edildiyse edilsin, Şems'in doğru anlaşılması için yeterlidir. Röportajda Şems mi savunuluyor, yoksa Şemse dair önyargı mı oluştururluyor emin olamadım.

Bir kez daha söyleyeyim: Gazalînin kaygılarıyla Şemsin kaygılarında bir örtüşme vardır. Zaman mekan gibi konularda Kant'a giden yolun öncüleri gibidirler.Dil konusunda Şems Kanta daha yakındır. Antinomilerin eleştirisine giden yolda ise Gazalî. Burada şiî ya da sünnî olarak nitelendirilen ayrışma yerine temel felsefi, bilimsel ve din-tasavvuf kutuplaşmasıına karşı oluşmuş bir konsensusu ifade etmekte oluşlarıdır.

Şems Hululiliğin en kararlı eleştirisini yapar, tasavvufun dinden kopmasına uçmasına izin vermez. Meşrep olarak isteyen rindane görsün, eleştirisinde, anlayışında, düşüncesinde, tavrında zahittir (bugünkü olumlu anlamıyla).

Buradaki zahitlik rindlik üzerindeki tartışma İbn Arabi, Sadrettin Konevi ile Mevlana ve Şems arasındaki ayrımlardan kaynaklanan dar anlamlı, ancak ciddi temelleri olan kavramlardır ve düşmanlığa, kutuplaşmaya dönüşmemiştir. İlk sırada saf tutmak, son sırada saf tutmak; kime avam denileceğinde farklı düşünmek; tasavvuf üzerine farklı düşünmek söz konusudur. Birbirlerine karşı her daim saygılı olmuşlar, ancak tartışmadan kaçınmamışlardır. Gerçek faklılıklar ise meselenin özüne dairdir, oldukça derin ayrılıklar vardır, ilerde özetlemeye çalışırız. Üzerinde uzlaşılan konular? Onlar da az değildir.

Şemse öfke onun İbn Arabi eleştirisinden geliyorsa, bu doğrudan ifade edilmelidir. Şefik Can Şemsi savunurken Şemsi bir kutuplaşmanın içinde tutmaktan da kaçınamamaktadır.

Çilehane mektuplarının 53. sayfasına tepki (aklımdan yazıyorum, doğru sayfa numarasını bir kaç gün içinde veririm, şu anda elimde kitap yok) zahid-rind kutuplaşmasın eseri değildi. Divan Şiiri Beyanındadır'ın klasik düşmanlığı olarak gösterilmesi dahi geçmiş dönemin çoğu sessiz farklılık vurgulamalarının anlamsızlaştırılmasındandır.

Abdülbaki Gölpınarlı doğru bildiğinde açık, insanlara karşı ise diplomatik davrandı. Kendi tavrını anlayışını dikte etmedi Mevlevilikten konuşurken Şemslerin, Mevlanaların ve onların inandıklarının izini sürdü.

Evet ortada iki ekol yoktur. Mevlanai ekol ile rakip olan Şems ve Mevlana ile rakip olur. Mevleviliğin içi boşalır!

Şefik Can ve Tahir Olgun'un anlayışları, Rindane tavrın karşı kutbu değildir. Bir yorumdur. Eleştiriye açıktır. Abdülbaki Gölpınarlı'nın anlayışı ise merkezdedir. İsteyen onu da eleştirir. Daha doğrusunu beyan eder. Ulu Arif Çelebiyi eleştirisi dahi övgü gibi sunulmaz. Burada şuna dikkat edilmelidir: Geçmişi anlamak ve eleştirmek onu değiştirmek üzerinden gitmez. Bunu Gölpınarlı yapsaydı tahrif etmiş olurdu. Bugün yapılan yanlışa itiraz ise düzeltmek içindir. Yarına yöneliktir. Yanlış gideni doğrusuna çekmektir.

Abdülbaki Gölpınarlının şahsi anlayışı? Onu ben şahsen bilmiyorum. Merak da etmiyorum. Ne ise odur ve hakkıdır.

Kendisine o dönem yaşamış herkesin şükran borcu vardır. Emeği büyüktür, hakikat derdi olan bir insandır.

Şefik Can ve Tahir Olgun değerli mesnevihanlardır, ancak, Gölpınarlı sadece bir araştırmacı, konusuna vakıf bir uzman değildir, aynı zamanda Mevlanaî Geleneğin yani "tarikat öncesi"nin, bin yılımıza yön vermiş bir duruş ve yönelimin asla yanlışsızlık iddiasında bulunmamış, kalender ve arif sözcüsü ve temsilcisidir de. Demediği şeyler üzerinden eleştirilmesi hoş olmamıştır.

Hatasız, yanlışsız kul olmaz, olmaz da, eleştiri hakkını vermektir. Abdülbaki Hocanın hakkı 12 Eylül döneminde fena çiğnenmiştir, Mevleviyye üzerine de mühendislik yapılmış,   mevleviyyenin eleştiriye açık yüzü, dili iken soğuk savaşçı cühela tarafından tarihten silinmeye çalışılmıştır.

Şefik Can daha titiz olmalı idi, ama Geleneğin son büyük temsilcisine karşı hakkanî olamamıştır düşüncesindeyiz.

2 Aralık 2011 Cuma

Mesnevî, Gadamer ve "Sokratik Diyalog"




Mevlânada soru cevap diyalektiği Gadamer'in anlayışıyla örtüşür. Soru, talep, karşı tarafın bir söyleyeceğinin olduğuna açıklık, anlamanın anlaşma oluşu, söylemenin bir ufuk genişlemesi hareketi oluşuna Mevlânanın soru cevap diyalektiği anlayışı açıktır.

Habermas Gadamer tratışmasında önemli bir yer tutan, praxis ve fronesis üzerine bir tartışma anlamına da gelen "başkalarından öğreneceğim var, başkasının bana söyleyebileceği bir şey var" diyerek karşı tarafa söyleyeceğinin otoritesi dispozisyonunu yükleyen anlayış ile "başkasının (da) benden öğreneceği şeyler var" vurgusunun aydınlatıcı öznesinin otoriteyi reddeden anlayışı arasındaki tartışmada Mevlâna ilk tavrı destekliyor.

Aydınlanmanın otorite reddi antiotoriter bir tavır oluşturamıyor, karşı tarafın ufku, söyleyeceği Habermasda daha karmaşık ve yetkin bir formülasyonla da olsa aydınlatıcı ufukla buluşamıyor.

Otorite ile bazan tasavvuftaki mürşid/irşad kavramı buluşturulsa da doğru değil. Buradaki otorite bildiğini söyleyenin, dinlediğimizin konusuna hakim olsuğunu düşünmemiz, bir metnin bize bir diyeceği, sunacağı hakikat olduğunu düşünmemiz. Habermasdaki insanın söylediği kasdettiği, kasdettiğini söylediği ile ilgili metodlojik ütopik önkabul ile alakalı değil bu. O da önemli ve reddedilebilir, yani reddedilmesi gerekien bir önkabul değil.

Anlama çabasında ufkumuzu karşımızdaki ufka açıyoruz. Bir ufuk buluşması ile karşı karşıya kalıyoruz. Karşı tarafın yanılması dahi söylediğinin otoritesi olmasını, bir diyeceğinin olmasını etkilemez kanaatindeyim.

(Bir sonraki not: Aydınlanmanın dışladığı, dışlamadığında kenara çektiği "tecrübe" Mevlanada da bir tecrübeye açıklık, olgunlaşmaya açıklık işi. Fani insanın hem hayat içinde tecrübe edinebilirliği, hem de tecrübenin gelecek için kesinliği olan tahminler sunamaması...)