27 Aralık 2011 Salı

Ey Maneviyatçı ve Muhafazakârlar! Gözetleme, Tecessüs ve Yakıştırma Hamlesi Ne Zaman Tamamlanmış Olacak?

Gözetlemede, tecessüsde, yakıştırmada kimselerden aşağı kalmadığınızı gördük.

Başkalarını ne ile suçladıysanız, vaad edildiği gibi aynısı başınıza gelmeden durmayı bilebilecek misiniz?

Başkalarına yakıştırdıklarıyla suçlananlar, bu dünyada başkalarına yakıştırdıkları başlarına gelmeden terk-i dünya edemeyecekler yine de şanslılar, yeniden mazlum olabildikleri için, bir anlamıyla dahi olsa.

Hep haklı, hep kusursuz, hep tepeden bakan olmamak, başkalarına verdiği acıyı tadmış olmak insan vicdanı için daha iyi bir başlangıç noktasıdır. Günahsızlıktan, hatasızlıktan değil de insan olmanın gurur ve azabından konuşmak bambaşkadır.

Birbirimizi her ne kadar daha iyi tanımaya başlamış olsak da, bu iştihadan vazgeçmek; örümcek ağı serip tuzak atma, kafes kurma dönemini artık kapatmamız lâzım:

En iyi tuzak atabilecek, bent kurabilecek ve bütün tuzakları okuyabilecek olanın dersini mi bekliyoruz?

Hikmete kapalı olanın burnu sürtülür, sürtülecektir!

Sadece bildiklerini okuyanların değil, anladıkları ve kavradıklarını öğretemeyenlerin de sorumlulukları ortaktır!

18 Aralık 2011 Pazar

Deprem Hadisi ve Çocuğu Yanan Ana

Oğlu İbrahim'e gözyaşı döken Peygamber'in kendisine cenazeye ağlamayı men etmişliğini hatırlatan Avfoğlu Abdurrahman'a verdiği cevaptaki hikmete dikkat etmeyenler yıkıntı altında kalanlara, din anlayışları üzerine bin bir yakıştırmada bulunulmuş  birilerine  yüzlerini dönerek: "Bu depremler muttakiler için bir nasihat, müminler için bir rahmet, kafirler için bir azaptır!" diyebiliyorlar.

Hadisten haberdar olmak her durumda ona başvurmak için yetmez. Bağlamı, kapsamı  dışında ve temellendirici bilgilerden habersiz ortamlarda "yorumsuz" olarak alıntılamanın da bir yanlış yorum çeşidi olduğunu yorum geleneğimizin bir kriteri olarak akıldan çıkarmamamız lâzım.

"Yorumda yanlış yok, ben ne söylersem doğrudur, zaten kendim bir katkıda bulunmadım, olanı söyledim!" diyen hakikate zulm ediyor durumuna düşer!

Peygamber torunlarıyla oynarken, birilerini selâmlarken; insan gibi dertlenir, hüzünlenir, sevinirken kendi sözü önüne konulurdu bazan. Bunda bir kasıt da yoktu çoğu kez, çünkü söylenilenin hikmeti yoruma "yorumlananı söyleyen"in itirazında biraz daha açığa çıkar. Anlam konuşma, söyleşme, alışveriş içerisinde kendisini ele verir, sınırları belirir.

Deprem hadisinin kaydı, nakli, bağlamı hakkında uzmanları konuşur. Doğrudan kendisinden yola çıktığımızda tek bir konuya işaret etmediğini, bir yığın düşünce ve ilke yumağına, fikir yürütüm zincirlerine, hayata, kadere, sorumluluğa, hürriyete, sınırlılığa, kırılganlığa, faniliğe ve sonsuzluğa dair bin bir konuya gönderme yaptığını görüyoruz.

Eğer Peygamber yaşasaydı, evlâdı yananları kucaklamayı, evini onlara açmayı tercih ederdi kanısındayım. Söyledikleri acı çeken insana tepeden bakıcı değildir. Kendisi de acı çekmiştir, ve acı çekenlerin yanında yer almıştır.

Acıya takılıp kalmamayı, affetmeyi, ileriye bakmayı, bireysel sorumluluğu ve kaderi unutmadan hayata daha büyük bütünlüklerden de bakmayı işaret eden sözü ile insan incitmek ayıptır!

Düşmanın bile olsa karşındaki, acısı olan insan olarak kardeşin. Kalanda kabahat buluyorsan, ölenin sıfatını sen mi vereceksin? Senin acın varsa böyle konuşmazdın, onun acısı varsa böyle konuşamazsın.

Bu kadar çok alıntı ve gaf yine de birilerine "bu böyle değildir!" deme fırsatı verdiği için hayırlıdır. Hata ise büyüktür, kibir kaldırmaz. İnsan ancak yanlışını düzeltmeyi bilerek, duyarlılığını açık tutarak, tecrübeye açık durarak yorumunda yani sözünde ve alıntısında yerli yerinde davranıyor olabilir.

Uzatmamak için konuyu güncel bir eleştirime bağlayarak anlam alanlarından birisine daha kavuşturayım: Kimse kimseye "iyi ki başına bu felaket geldi, o sayede güzel okullarda okudun!" diyemez dedik, Dersim konusunda. Zulümden veya felaketten hayır çıkacağı üzerine dair gerekçe o felaketten, zulümden, zorluktan, yıkımdan çıkan insanın iç sesi, kainat anlayışı olarak başka; mazlumlara, kurbanlara, kazazedelere, felaketzedelere başlarına geleni bir haketmişlik gibi dayatan zalimin, zulüm avukatının, ihmali olanın, yardımda eksik kalan insanlığın iddiası olarak başkadır.

Rıza lokmasını bilene rıza dersi vermek de ayıptır gerçi. Rıza dersi almak için konuyu açarsın, açacaksan. Başkasının dile getirmek istediğini senin dile getirmen başkadır. Hasta bir arkadaşımın hastalığından kazandıklarını, onun söylemek istediklerini, söyleyebileceklerini dile getirmem farklıdır. Daha da ilerisini paylaşmış, selamlı salâvatlı insanların arasında konuşulması tabii ki başkadır. Bir hasımlıktan formule edilmesi başka.

Uyarılar? Tabii ki olacak. Ama, acı çeken insanın ufkuna bir kabus bulutu gibi çökmeden. Evet, bu dünya soğuyacak, dağılacak. Acısı olan bunu işitmek istemez değil, afra ve tafrayla söylenmesini işitmek istemez. Tepki insanın çiğliğine olduğunda, hakikat iddiasınaymış gibi mesele uzatılmamalıdır.

Sohbet hatip işi değil arif işidir. Hitabetin hakikat ile alaka kurucu yanları vardır, sohbetin ise karşılıklı anlaşma süreci içerisinde insanı değiştirerek, ufkunu genişleterek anlamaya ulaştırması. Hatibin arif olmaması, hitabeti de monoloğa çevirir, bu da başka bir sorun.

"Öldürmeyen güçlendirir!" derken Nietzsche benzer bir şeyden bahsediyor. Bize bir işkenceci bunu dediğinde de gücenmemiştik ama: İnsanî bir tecrübeyi bize açıp, kaybolup gitmişti ufkumuzdan.

Peygamber ise felaketler, belirsizlikler, sarsılan zeminde insan olarak ayakta kalmanın ufkunu konuşturuyor. Buruk, kindar, intikamcı bir ufku değil, herşeye rağmen insanca hayatı, dayanışmayı, iç huzuru ufuk olarak sunuyor. Ve elbette acısız, içi kıpırtısız insanlara değil. Ciğeri dişlenmiş Hamzanın ailesine, çocukları katledilecek kızına, hepimize insani vakarı ve tevazuyu, yarın ölecekmiş gibi ve hiç ölmeyecekmiş gibiliğin emeğini, çırpınmasını öneriyor.

Yerli yersiz alıntılar yerine birbirimizi şeytanlaştırmalarımıza itiraz geleneğin hakikatini daha doğrudan konuşturacaktır. Hayatı olmayan yorum zaten söz konusu bile olamaz!

Gücü olanı kimse eleştirmiyor artık eskisi kadar, biz gelenekten hoşnut olsak bile, gelenek bizden hoşnut mu emin değilim Efendim!


Hikmetin kürsüsüne çıkan konusuna da hakim olsun bir gün: Bu rüya da biz "Kenardan Geçenler"in!

17 Aralık 2011 Cumartesi

Sıkça Gelen Sorulara Seyyarî Cevaplar

Sınanmak için ne yapabiliriz?

Aman sınanmayın derim. Sınanır da başarıyla çıkarsanız, kayıpsız olmayacak bu. Her sınanmadan başarıyla çıkılmaz. Her sınanmadan kendini toparlayarak çıkmak, kendi parçalarından bir ben kurup kendisine devam edebilmek yeterince başarıdır zaten.

Aşk'ı nasıl sınayabiliriz?

Herşeyi sınayın ama aşkı sınamayın. Bırakın aşk sizi sınasın.

Kamil Mürşit arıyorum, bir adres verir misiniz?

Kendinizi aramıyorsanız zaten mürşite ihtiyacınız yok demektir. Kendinizi arıyorsanız, zaten doğru yoldasınızdır, bize de bildiğinizi öğretirsiniz o halde.

Kamil insan yok mu da link vermiyorsunuz?

Ben tasavvufla ilgilenmiyorum, Mesneviyi okumaya hazırlanıyorum sadece. Yaşayan kamil insan da tanımıyorum sanırım. Ancak saf insanlar, bazan kedi köpek gibi munis mahlukat iyi insanları tanıyor, biliyor, farkediyorlar. Hayatta pişerek hanyayı konyayı anlama sürecinde ise insanı tanımak bilmek ömür ister. Birisine kâmil diyenin kemale erme, erdirme iddası vardır az çok. Bir de kıyasla, ömür boyu tanıdıklarımızı zihin karşılaştırarak bize bir şeyler söylüyor, eskilerde bizi yanına oturtan ve dinleyen yaşlı dosta galiba kamil insan diyorlar şimdilerde gibi kanaatleriniz oluşuyor. Her köşe başında var olduğunu sandığınız bir insan karakteri, aranıp da bulunamayan tecrübe ve irfan kapısı imiş geç anlıyorsunuz. Anlama hep geç anlamadır ama. Bunda sorun yok. Yeter ki anlayacak bir şeylerimiz olsun.

Olgunlaşan insan, olgunlaştırır da. İhtiyaç duymadan ad da konulmaz. Bildiğimiz bu kadar. Ben meselâ Makaalâtı okuyorum, bakıyorum bana hitap ediyor. Mesnevîyi okuyorum o da öyle. İnsan dostsuz kalmıyor. Söylenmemiş bir söz varsa, o da sizde konuşur zaten.

İhtiyacınız olacak ki, göreceksiniz.

Meseneviyi anlamak için ne yapmam lazım?

Anlamak ömür, tecrübe, açıklık, hakkat derdi vesaire ister. Anlamanın okulu yoktur. Yanlışlarından anlamak anlamanın en iyi netice veren kısmıdır. Buradaki anlama ancak, anlama kavramının tüm kapsamını yakalamaz. Tüm zamanlar için, tüm ömür için bir kerede ve bir kereliğine anlama yoktur.

Mesneviyi okumanın sakıncaları nelerdir?

Yorulursunuz, zahmet etmeyin Efendim.
Okumaya ihtiyacınız varsa bunu sormazdınız Efendim.

Mesneviyi okumak şart mı?

Değil. Hakikati olan br şey söylenmişse, bin bir biçimde karşımıza çıkar. Hakikati olan hiç bir şey kaybolmaz, silinmez, unutulmaz, akla gelmemezlik etmez.

Mesnevinin farkı ne?

Hikmetin güzel söz olması, hakikatinin okuyanın hakikatine karışması, Şık sözün ve lâf ebeliğinin hikmet diye önümüze sürülmemesi, bir diyalektiğinin olması. Zamanının öneriler olarak biliminin, bilgisinin, felsefesinin, yorumbilgisinin ve hikmetinin geleceğe açılmasıdır da.

Mesneviyi nasıl okuyacağız?

Atıp tutmayı, ezberi, övgüyü sövgüyü bir kenara bırakıp bir dertle, hakikat derdiyle size bir diyeceği olan metin, size hitap eden bir metin olarak okuyacaksınız mesela. İtiraz ederek, geri dönerek, çerçevesini ve çevresini gitgide dolaşarak. Bütün (büyük) metinler bir ilgiyle, bir dinleyeceği, öğreneceği olmuşlukla okunur. Özet çıkarmak için değil, söyleşe söyleşe okumak gerek, galiba.

Mesnevinin size katkısı?

Bir proje olarak doğu, geçmişimiz kapılarını açıyor size. Dünya hakkında ne kadar çok şey biliyorsanız, o kadar çok şey size konuşuyor. Ben Mesnevideki hakikat kaygısı ve vurgusunun dünya düşüncesi üzerindeki etkisine de hayran kaldım, gündelik anlamıyla okuyucusuyla dertleşen, şakalaşan bir metin olmasıyla da. Dost bir metin, bir sığınak, destek, hakikat için bir çağrı olarak bazan ben onu aramasam da o beni buldu. Altından kalkılmaz ne dertle boğuşsam. Mesnevi benim arkadaşım: Bana her daim bir şey söyleyen, kültürümüzün kapılarını bana açan eserlerden birisi. Yazarken bakıyorum bazan Mesneviyle şakalaşıyorum, söyleşiyorum. Hakikatle ne derece hemhal olursanız olun, söylenene ihtiyacınız bitmiyor. Bazan hikmet olarak. Bazan bir dünyanın bilgisi olarak. bazan daha daha başka biçimlerde.

Rindanelikle Neyi Kastediyor Her Kendisini Zahit Sanan?

"Ne gelirse Haktandır, şinanay yavrum şinanay nay" kastediliyor sanırım.

Halk hayatında izdüşümü ve nüktesi olmayan bir duruşun entellektüel hayatta gölgesi dahi okunmaz.

Zahit gölge olduğunu düşünmeyebilse, gölgesiz kalsa bile, rind halk olana gölge olduğunu bilir.

Halksız hakikat olduğunu düşünen insan uçukça uçar, rind halkın hayatta ve hayatla incelttiği üzerinde oynadığında, çalıştığında aklı başında ve kalbi göğüs kafesinde atarak hakikaten kanatlanır.

Kalp kafeste, akıl tastadır. Rind uçmayı sonsuzluk yaşantısı görür, kafesten çıkamadığını bile bile ve inkâr etmeden.

Rindi teneke kafese kapatmışlar, yine: "Evimdeyim!" demiş.

Rind hakikatten vazgeçemeyen uyurgezerdir.


Zahit uyarır ama uyuyamayan kendisine karşı uyanıksa rindin zahididir.

Cehennemi Bu Dünyada Kurmaya Kalkışanları Gördükten Sonra!

Tasavvuf başkalarını gözetleme ve izleme değil, kendini gözetleme, izleme, hayatını sorumluluğuyla buluşturma sanatıdır, eğer bir gözleyici, izleyici sanat olarak göreceksek.

Rind hep verecekli olan taraftır. Alacağı yoktur. Yaptığının ödül olarak bir karşılığı yoktur. Hayat sevincinin, tutumunun, anlayışının eseridir yaptığı.

Yaptığını hep daha iyi yapabilişler içerisinde bir sorumluluk terbiyesi olarak görür insan. Eksik yerine getirmelerden, aklı sonradan başına gelmelerden kaçınamayacağını gördüğü halde daha iyisini yapma çabasından kaçınmadığında şenliği başlar insanın. Kusurunu kabullenmesi, yarımlığını, eksikliğini kabullenmesi içinde bir sorumluluktur, olgunlaşmadır, mükemmeliyet arayışıdır rindin insanlık arayışı.

Hangi yüzle hakkın divanına çıkacağını düşüne düşüne insanlığının sınırlılığını keşfeder, kavrar, kibiriyle alay eder, insanlıktan, sınırlarından, faniliğinden hoşnut kalarak kendisini değiştirir, öğrenir: Ne yapacağını bulmuşluk değildir bu, ne olduğunu bulur gibi olmuşluktandır.

Rind, görüldüğünü görür. Yani kabul eder. Gizlisi saklısı yoktur. Gizlisi Saklısının Olmadığına ortak koşana, ortak düşene muhabbeti yoktur sadece. Rind, saklamaz, saklanmaz ama, tecessüse de meze edilmeye muhabbet duymaz.

İnsanın hesap vereceği divanı bu dünyada kuranlar cehennemi bu dünyada kurmaya kalkanlardır.

Bu dünyada Şeddat cenneti kurmaya kalktı. İrem bağlarını tufan aldı. Sivas Katliamında yazmıştım yıllar önce, tekrarlayayım, Kerbelâ da aklımızda olarak: Bu dünyada cennet kurmak çabaları naif ve iyi niyetli ütopyalarmış meğer, cehennemi bu dünyada kurmaya kalkışanları gördükten sonra!

Ey insan! İzleme, gözetleme ve teşhire meşruiyet biçme imkanları çok sınırlıdır. Ahlak tek yanlı eyleme olduğundan (karşı taraf cevap versin vermesin ahlaklı davranmak olduğundan!)  ahlaki meşruiyeti kesinlikle yoktur. Hukukî meşruiyet ise herkesin kabul ettiği ve herkese eşit derecede işleyen ve işletilen bir hukukta sınırlı bir anlamda söz konusu olabilir. Kullanan, intikam alan değil gece karanlığı gibi insanın iyiye doğru değişim hakkını ayakta tutabilen bir hukukta.

Öldürmeyenin güçlendirip olgunlaştırması da yapılanı meşru kılmaz. Zulme uğrayanın tesellisi, zalime gerekçe olmaz: Bu da bizim hukukimsi argümentasyonu gerçek argümandan ayırmak için önereceğimiz normatif  ölçütlerden birisi olsun!

Teşhir temelli ya da temelsiz de olsa hak ve hukukun önüne geçirildiğinde nesnesini mazlumlaştırır, öznesini zalimleştirir.

Dünyada her canlı ölümlü mazlumlardan olmayı tadmaya heveslenmeyebilir. Zalim olmaya heveslenmek dünyadan elinden geleni yaparak yarım ömrü tamamlayamayacağına emin oluştan değilse de zahmetsizlik ve çilesizlik talebindendir.

Döke saça, eksik ama elinden geleni yapmaya çırpınmış insanın günahkâr huzuru  vicdanı kin mantığıyla boğmuş cennet garantili, kendisini günahsız ilan etmiş rüyadan ve riyadan daha uyanıktır.

Gözetlemeyin, izlemeyin, dinlemeyin, peşinen yargılamayın. Haklı dahi olsanız, haklılığınızı kaybedersiniz Ey Talip!

Verdiği sözü inkâr eden insan olmaktan daha büyük bir zulüm yok özümüze/varlığımıza karşı!

5 Aralık 2011 Pazartesi

Bir Şefik Can Röportajı ve Abdülbakî Gölpınarlıya Karşı Yapılan Yanlış

[Yazı gürültülü bir ortamda, gelen gidenin arasında kaleme alındı. Kısaltırken ve bazı paragrafları birleştirirken cümleler kaydı. Gereksiz tekrarlar düzeltmede kolaylık için öylece bırakıldı. Gözden geçirilecek, ancak, şimdilik buna zamanım yok.]

Merhum Mesnevîhan Şefik Can diyor ki:

Sultan Veled Hazretleri’nin takip ettiği Şerîat yolunu, herkesin kendi meşrebine göre yorumlaması da gayet tabiidir. Nitekim Abdulbaki Gölpınarlı merhum Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik adlı eserinde;
“Sultan Veled’le katılaşan Mevlevîlik ruhunun Ulu Arif Çelebi ile hayatiyet kazandığını görüyoruz” demektedir. Bu bir hayatiyet mi? Yoksa Mevlânâ’nın yolundan ayrılış mı? Benim bildiğim, kendilerini rindâne bir neşeye bırakarak, Şerîat’ın bazı kayıtlarından kurtulan, kendilerine has manevî bir zevk içinde yaşayan Şems Kolu mensupları ile Mevlânâ’mızın yaşayışları arasında iyice farklar olsa gerektir.

Röportajda Şems'in yanlış anlaşıldığı, ama bu yanlış anlaşılmanın Makaalâtın tahrifinden kaynaklandığı söylense de iddia edilen Şems Kolu'nun rindaneliği Abdülbaki Gölpınarlının Şems Koluna has olarak görmediği bir tavır olduğu halde zahit rint ayrımı üzerinden yapılıyor.

Mevlana kendisini zahit değil abdal olarak görürdü. Bu da zahitliğin ve rintliğin bazı anlamları üzerindendir. Şefik Can'ın tartıştığı başka bir şeydir.

Sultan Veled tarikata öncülük ettiği için Mevlanai çevrelerde eleştirilirdi. Sultan Veled'e yönelik eleştiriler tipik "rindane" eleştiriler değildi.

Sultan Veled'in oğlu Ulu Arif Çelebi'nin örgütlemedeki başarıları, canlı ve aktif hayatını Abdülbaki Gölpınarlı anlatmakla beraber, eleştirir. Rindane kavramı da röportajda hayli olumsuz bir yüklenmeyle kullanılmış. Halbuki mevlanai eleştiri Sultan Velede de, Ulu Arif Çelebiye de yönelmiştir. Veled Çelebinin tarikat kurulmasına öncülük etmesine, Ulu Arif Çelebinin de tarzına. Eleştiri yok sayma olmamıştır, şimdiki zahit gösterilen kol o dönemki eleştirilerin geldiği odak değildi. Kaldı ki zahit kolla sınırlı bir zühd yorumu, anlayışı, kavrayışı, iddiası eleştirilir, zühdün kendisi değil.

Esad Dede'nin öğrencilerinin kendilerini zahid kolun temsilcileri olarak tanımladıklarını bilmiyordum. Yeni öğrendim. Kendilerini böyle görmelerini hakkanî kabul etsek bile, Şems Kolu ile iddia edilen Zahit Kol arasında böylesi bir gerilimin olması biraz zorlama kaçacaktır.

Abdülbaki Gölpınarlı Ulu Arif Çelebinin katkılarını, tarzını da anlatır ama onu en açık eleştiren de kendisidir. Gölpınarlı Şemsi koldan değil, Mevlanaîdir, kolların ayrışmasından önceki bir yerdedir, Şemssiz mevleviliğe de elbette o karşı çıkmıştır. Melamî ve Kalenderî anlayışların kapsamlı eleştirilerinden birisi de ondan gelir. Melametin ve kalenderi tavrın özünü, çıkış noktalarını reddetmez, her melamete de eyvallah demez.

Bektaşi kol denilebilecek bir çok çıkış noktasını da yine Abdülbaki Gölpınarlı eleştirir.

Kendisinin azeri kökenli olması Caferi, Şii ya da Melami Mezarlığına gömülmesi üzerinden onu Bektaşî koluna bağlamak, rindane meşrep denilen yanlış tasnifi yüklemek yanlıştır. Abdülbaki dede Mevlanaî idi. Ve tabii ki mevlevi idi. Melami tavrın mezhep ile bir alakası yoktur. Kökünde melamet olmayan çok az tasavvuf kolu var. Ya melametsiz fütüvvet mümkün mü?

Şems konusunda bu röportajda bir önyargının kaldırıldığını değil, yerleştirildiğini gördüm. Makaalatı okumak, artık Makaalat ne kadar tahrif edildiyse edilsin, Şems'in doğru anlaşılması için yeterlidir. Röportajda Şems mi savunuluyor, yoksa Şemse dair önyargı mı oluştururluyor emin olamadım.

Bir kez daha söyleyeyim: Gazalînin kaygılarıyla Şemsin kaygılarında bir örtüşme vardır. Zaman mekan gibi konularda Kant'a giden yolun öncüleri gibidirler.Dil konusunda Şems Kanta daha yakındır. Antinomilerin eleştirisine giden yolda ise Gazalî. Burada şiî ya da sünnî olarak nitelendirilen ayrışma yerine temel felsefi, bilimsel ve din-tasavvuf kutuplaşmasıına karşı oluşmuş bir konsensusu ifade etmekte oluşlarıdır.

Şems Hululiliğin en kararlı eleştirisini yapar, tasavvufun dinden kopmasına uçmasına izin vermez. Meşrep olarak isteyen rindane görsün, eleştirisinde, anlayışında, düşüncesinde, tavrında zahittir (bugünkü olumlu anlamıyla).

Buradaki zahitlik rindlik üzerindeki tartışma İbn Arabi, Sadrettin Konevi ile Mevlana ve Şems arasındaki ayrımlardan kaynaklanan dar anlamlı, ancak ciddi temelleri olan kavramlardır ve düşmanlığa, kutuplaşmaya dönüşmemiştir. İlk sırada saf tutmak, son sırada saf tutmak; kime avam denileceğinde farklı düşünmek; tasavvuf üzerine farklı düşünmek söz konusudur. Birbirlerine karşı her daim saygılı olmuşlar, ancak tartışmadan kaçınmamışlardır. Gerçek faklılıklar ise meselenin özüne dairdir, oldukça derin ayrılıklar vardır, ilerde özetlemeye çalışırız. Üzerinde uzlaşılan konular? Onlar da az değildir.

Şemse öfke onun İbn Arabi eleştirisinden geliyorsa, bu doğrudan ifade edilmelidir. Şefik Can Şemsi savunurken Şemsi bir kutuplaşmanın içinde tutmaktan da kaçınamamaktadır.

Çilehane mektuplarının 53. sayfasına tepki (aklımdan yazıyorum, doğru sayfa numarasını bir kaç gün içinde veririm, şu anda elimde kitap yok) zahid-rind kutuplaşmasın eseri değildi. Divan Şiiri Beyanındadır'ın klasik düşmanlığı olarak gösterilmesi dahi geçmiş dönemin çoğu sessiz farklılık vurgulamalarının anlamsızlaştırılmasındandır.

Abdülbaki Gölpınarlı doğru bildiğinde açık, insanlara karşı ise diplomatik davrandı. Kendi tavrını anlayışını dikte etmedi Mevlevilikten konuşurken Şemslerin, Mevlanaların ve onların inandıklarının izini sürdü.

Evet ortada iki ekol yoktur. Mevlanai ekol ile rakip olan Şems ve Mevlana ile rakip olur. Mevleviliğin içi boşalır!

Şefik Can ve Tahir Olgun'un anlayışları, Rindane tavrın karşı kutbu değildir. Bir yorumdur. Eleştiriye açıktır. Abdülbaki Gölpınarlı'nın anlayışı ise merkezdedir. İsteyen onu da eleştirir. Daha doğrusunu beyan eder. Ulu Arif Çelebiyi eleştirisi dahi övgü gibi sunulmaz. Burada şuna dikkat edilmelidir: Geçmişi anlamak ve eleştirmek onu değiştirmek üzerinden gitmez. Bunu Gölpınarlı yapsaydı tahrif etmiş olurdu. Bugün yapılan yanlışa itiraz ise düzeltmek içindir. Yarına yöneliktir. Yanlış gideni doğrusuna çekmektir.

Abdülbaki Gölpınarlının şahsi anlayışı? Onu ben şahsen bilmiyorum. Merak da etmiyorum. Ne ise odur ve hakkıdır.

Kendisine o dönem yaşamış herkesin şükran borcu vardır. Emeği büyüktür, hakikat derdi olan bir insandır.

Şefik Can ve Tahir Olgun değerli mesnevihanlardır, ancak, Gölpınarlı sadece bir araştırmacı, konusuna vakıf bir uzman değildir, aynı zamanda Mevlanaî Geleneğin yani "tarikat öncesi"nin, bin yılımıza yön vermiş bir duruş ve yönelimin asla yanlışsızlık iddiasında bulunmamış, kalender ve arif sözcüsü ve temsilcisidir de. Demediği şeyler üzerinden eleştirilmesi hoş olmamıştır.

Hatasız, yanlışsız kul olmaz, olmaz da, eleştiri hakkını vermektir. Abdülbaki Hocanın hakkı 12 Eylül döneminde fena çiğnenmiştir, Mevleviyye üzerine de mühendislik yapılmış,   mevleviyyenin eleştiriye açık yüzü, dili iken soğuk savaşçı cühela tarafından tarihten silinmeye çalışılmıştır.

Şefik Can daha titiz olmalı idi, ama Geleneğin son büyük temsilcisine karşı hakkanî olamamıştır düşüncesindeyiz.

2 Aralık 2011 Cuma

Mesnevî, Gadamer ve "Sokratik Diyalog"




Mevlânada soru cevap diyalektiği Gadamer'in anlayışıyla örtüşür. Soru, talep, karşı tarafın bir söyleyeceğinin olduğuna açıklık, anlamanın anlaşma oluşu, söylemenin bir ufuk genişlemesi hareketi oluşuna Mevlânanın soru cevap diyalektiği anlayışı açıktır.

Habermas Gadamer tratışmasında önemli bir yer tutan, praxis ve fronesis üzerine bir tartışma anlamına da gelen "başkalarından öğreneceğim var, başkasının bana söyleyebileceği bir şey var" diyerek karşı tarafa söyleyeceğinin otoritesi dispozisyonunu yükleyen anlayış ile "başkasının (da) benden öğreneceği şeyler var" vurgusunun aydınlatıcı öznesinin otoriteyi reddeden anlayışı arasındaki tartışmada Mevlâna ilk tavrı destekliyor.

Aydınlanmanın otorite reddi antiotoriter bir tavır oluşturamıyor, karşı tarafın ufku, söyleyeceği Habermasda daha karmaşık ve yetkin bir formülasyonla da olsa aydınlatıcı ufukla buluşamıyor.

Otorite ile bazan tasavvuftaki mürşid/irşad kavramı buluşturulsa da doğru değil. Buradaki otorite bildiğini söyleyenin, dinlediğimizin konusuna hakim olsuğunu düşünmemiz, bir metnin bize bir diyeceği, sunacağı hakikat olduğunu düşünmemiz. Habermasdaki insanın söylediği kasdettiği, kasdettiğini söylediği ile ilgili metodlojik ütopik önkabul ile alakalı değil bu. O da önemli ve reddedilebilir, yani reddedilmesi gerekien bir önkabul değil.

Anlama çabasında ufkumuzu karşımızdaki ufka açıyoruz. Bir ufuk buluşması ile karşı karşıya kalıyoruz. Karşı tarafın yanılması dahi söylediğinin otoritesi olmasını, bir diyeceğinin olmasını etkilemez kanaatindeyim.

(Bir sonraki not: Aydınlanmanın dışladığı, dışlamadığında kenara çektiği "tecrübe" Mevlanada da bir tecrübeye açıklık, olgunlaşmaya açıklık işi. Fani insanın hem hayat içinde tecrübe edinebilirliği, hem de tecrübenin gelecek için kesinliği olan tahminler sunamaması...)

29 Kasım 2011 Salı

Vesile ve Araç Arasındaki Fark

Vesile aracıdır araç değil. Neden olabilir bir anlamıyla, bahane değil. Ama, bahanedir de, olumlu anlamıyla.

28 Kasım 2011 Pazartesi

Semazen Olacaksanız Zahmeti Bırakın, Nevşehir İş Kurumuna Başvurun!

"Turizm bölgesi olan Nevşehir'de turizm işletmeleri tarafından özellikle semazen eksikliği bulunduğunu tespit eden Kurul, bu konuda yeterli çalışacak personel yetiştirmek üzere kurs açmaya da karar verdi."

Ben "düşe kalka semazen olunur, gösteri semazenliği olmaz, semazenliğin okulu hayattır" demiştim. Demokrat bir insan olduğumdan karşıt duruşu, görüşü de sunuyorum.

İşte böyle. Dünyanın ve dünyada oluşun bin bir inceliğiyle boğuşmak yerine bir meslek olarak semazenlik pişirilmiş, kotarılmış sunuluyor. Siz beni dinlemeyin. Ziyafet masalarında raks edin. Bu ister yemekteyizvari sofralar olsun, ister muhafazakar siyasi parti toplantıları, çıkın sov yapın, çoluk çocuğunuzu geçindirin.

Doğru mısrayı bulmak için 17 sene çırpınan şair, çöle düşen aşık, hikmet peşinde ömür tüketenler, hepsi hepsi gereksizler.

Ve, gereksizler kapısıdır bizim kapımız:

Tüm dünyanın gereksizleri, esersizleri, hâlâ ortaya bir şey koyamadan çırpınanları, yollarda, kütüphanelerde, çilehanelerde ömür çürütenleri bu kapı sizin kapınız. Kim olursanız olun...

18 Kasım 2011 Cuma

Peygamber Ebu Cehil İle Akraba İken

Bir yetkilinin insanların içeri atılmaları ve tutuklanmalarını savunmak için  "onun şu akrabası şunu yapmış, bu akrabası bunu yapmış!" demesi üzerine.

Ele geçebilecek her taşı her bir yöne fırlatanlarımız olduğuna göre günahsızlık iddiasında olanlarımız az değiller. İsa "günahsız olan ilk taşı atsın!" dediğinde ileri adım atan çıkmamıştı. Ya o zamanın insanı ne yaptığını bilebiliyordu ya da bugün insanlık büyük ilerlemeler kaydetmiş durumda.

Mevlânâ seyit, şerif ve sıddık olduğuna göre o da Ebu Cehil ile akraba. O kendi içindeki cahille savaşırken başkalarının geçmişi üzerine hırkasını örtebilenlerdendi.

Başkalarının geçmişini kurcalamamak neden mi önemlidir? İnsanların kaderi üzerine söz söyleyebilir olduğunuzu, sorumluluk ve hayatlarının şekillenişini esir etmeye, dondurmaya, belirlemeye kalkabilecek bir yetkinizin olduğunu düşünmeniz ile başkalarının kaderleri üzerinde söz sahibi olma inancına gideceğiniz için!

Sabah ezan vakti idam edilmek üzere olan bir rum mahkûm'un üşüdüğünü gören Mevlânâ, hırkasıyla onun sırtını örter, camiye gider. Cellâtlar adamı idam etmeyi reddederek üstlerine giderler. Onlar da kadıya, yöneticilere. Gelişmeler sonucu Mahkûm affedilir ve Mevlâna'nın yanından ayrılmaz, ömür boyu dostlarından olur.

Zamanın ileri gelen "günahsız fazilet sahipleri" ise, Mevlânâ'nın "kendileri gibi faziletli insanlar dururken" halktan, meslek sahibi, çalışarak geçinen insanlarla yani "avam"la oturup kalkmasından hoşnutsuzlardı. Mevlânânın dostlarının elit meclislere alınmadığı olurdu. Tüm arkadaşları içeri alınana kadar kapıda beklemesi, içeri girmemesine dair menkıbeyi doğrular beyitleri vardır mesnevide. Kapıdan arkadaşlarını geçiremeyen, insanlık eşiğini de atlatabilir mi?

...

Hukuk "geçmişte o şunu yaptı bunu yaptı, yine yapar" üzerinden işlemez. İşletildiğinde ise vasilerin, şımarıkların, hakikatsizlerin hukuku olur.

Hamza ve Ömer'in gençlikleri üzerine müşrikler neler dememişlerdi ki? Onlara kulak kabartanlardan olsaydık, ne bir Ömerimiz olabilirdi, ne de Hamzamız.

Ebu Cehille akrabalık önemsiz bir şey, içimizdeki arif, aydının karşısındaki ebu cehilliğimizi, kendi cehlimizi görmememize ne denir?

Mesnevide Firavun ve Musa insanın kendi iç çatışmasındadır da.

Bir tutuklanan hanım için söylenenler Rabia Hatun için söylenenlerin yanında hafif kalıyor.

Zalimliğinden pişman olup tacını tahtını atmış, insanlar içine karışmış bir padişahı linç edebilir adalet cellatları. Ya halâ padişah kalsaydı, kalarak değişseydi? Semiz atının üzerindeyken, kapıkulları yanındayken, o dinleyecekken bile söylemeye cesaret edebilirler miydi söylenileni?

...

Tutuklu bir insan için uluların, büyüklerin, sevdiklerin için de uygulanabilecek bir kuralın varsa onu uygula.

Mevlânânın evlatları içinde de tutuklanmışlar, isyan etmişler, borcunu ödememişler vardır, var. Kendi yolları, kendi hayatları, kendi sorumluluklarıdır.

Her tutuklanışı, karşı duruşu kriminalize etmenin ise bir anlamı yok. Ebu Hanife de tutuklanmıştı.

Ve en kötü insanın bile soyunda muhakkak rahmetle anılacak birileri çıkar!

...

Soyum sopumla affedilecek, soyum sopumla eziyet göreceksem, karşımdaki dil zulüm dilidir. Hukuku adaletinden ayrı kıldığı için!

İnsanları cürümleriyle, eylemleriyle yargılarsın. Bunun için de video kaset sızdırarak zemin oluşturamazsın. Daha ağır suçlar, talan ve yalanlar için belgeler bulunamazken, her gazetecinin telefon konuşmasının devlet kurumları aracılığı ile medyaya sunulması geleneğe göre adalete zulüm kategorisine girer! Reelhukuk'u bilemem. Hukuk'un temellenmesini sağlayan hakikatle hüküm, adaletin her yana ve yöne işlerliği prensibidir.

...

Bizim neslin hayatı karakollarda, işkencehanelerde geçti. Bizden özür dilemek yerine her aklına esen bazan haklı bazan iftiradan ibaret iddialar için geçmişimizi paspas etmeye mi çalışacak? Onlar başkalarının kusurlarını örtmede gece gibi karanlık olmayanlardır. Aydınlatma teşhirle değil hukuki meşruiyette ve ahlakın terketmediği diskurlarda yürür.

...

Adalet, propagandayla, ona ayrı buna ayrı kriterlerle hayata geçirilmez.

Dostun da düşmanın da kanunlar karşısında yeri birdir.

Teşhir edersen hesap da vermeye açık durursun. Onlara işkencede neler yapılmış, adaletsizliğe ve zulme uğramışlar mı, madem bu kadar çok şey biliyorsun, zulüm karşısında ne yaptın diye sormazlar mı?

...

Zulme ve eziyete uğramışların yaptıkları kendilerine yapılana karşılıktır diye düşünmüyorum. İnsanlar adalet karşısında eylediklerinin hesabını verirler. Karşılarındaki adalet ise, olur olmaz her şeyi konu edinmez zaten.

İstiklal Mahkemelerine bugünlerde çatanlar çok, çok da, onların astıklarının çocuklarına yapmadıklarını bugün yapmak, soy ve akrabalık suçu yaratmak nedir? Eleştirilen nedir?

Hiç bir insanın geçmişi boş bir yapraktan ibaret değildir. İnsan hayatla öğrenir, pişer, olgunlaşır.

Yenimuhafazakarlığımızda insan hayatı yok. Hatasızlık hayatı var. İnsansız bir insanlık. Ya kutsallaştırılan insan kavramı ya da içi boşaltılan!

Kaldı ki, itiraz isyan bazan ahlaki yükümlülüktür.

12 eylülde devlet kurumlarında genç kızlara tecavüz edildi. Sayıları belli. Yapanlar belli. Bunları yapanlar akrabalarının merit listelerini etkileyecekler mi? Eklense adil olacak mı?

...

Bir iç savaşın yaraları silinmeden, acıların üzerinde raksederek yeni yaralar kanırtılıyor. Affedilemez yanlışlar yanılmazlık iddiasıyla yapılan yanlışlardır, pişman olmayanların yanlışları. Yanlışın kaynağına kutsallık atfediş her daim karşımıza çıkan.

İnsanları yargılayabilirsiniz, tutuklayabilirsiniz ama yaptıklarınız sorgulanacaktır. Her sorgulayanın kasedini yayınlarsanız, iktidar makamından cevaplarsanız meşruiyet derdini bir kenara bırakmış olursunuz. Tutuklu ve hükümlülerin, vatandaşların özel hayatları, geçmişleri orta malı değildir. Devletin ve meşruiyetini hukuktan almayan hiçbir kurumun kamu yararı adına teşhircilik hakkı yoktur.

İnsanlar gaf yapar, devletin gaf yapma hakkı yoktur.

...

Böyle devam ederse, adalete, kanun karşısında eşitliğe inancımız sıfırlanacak. Yeniden bir halk olmanın temel tartışmalarına döneceğiz.

Onca emek, alın teri, bin yılların çabası sıfırlanacak.

Vahim olmasa durum, buradan yazmazdım.

29 Ekim 2011 Cumartesi

İyi Şey Düşünmek, İyi Şey Söylemek

Akıldan geçmeyecek şey yoktur. Yalnız olabileceği değil, olmayabileceği de düşünebiliriz.

Balıkları kavağa çıkartabilir, suaygırlarına gazel söyletebiliriz. Ne kadar çok şey mantıksal olarak mümkün. Mantıksal olarak mümkün olanı da düşünmek mümkün.

İyi şey düşünmek, olanı hayra yormak olabileceği görmemezlikten gelmek değil. İnsanın kendisine yalan söylemesi hiç değil.

Düşünmeyi, düşüncenin içeriğinin oluşumunu belirleyen insanın toplumsallaşması: Kişilik, kimlik, bireysellik edinme süreçleri. Bunun bir kısmı eskiden "terbiye"nin bir anlamını oluşturuyordu.

İnsanın toplumsallaşması oyun oynayarak, taklit süreçlerinden, terbiyeden ve eğitimden geçen karmaşık süreçlerin toplamı. Dil ediniyoruz, dil edimlerini [speech acts] ayrıştırarak kullanmasını öğreniyoruz. Kendi tecrübemizi edinirken insanlığın geçmiş tecrübesini de paylaşıyoruz az çok.

Ne dil bir insan ömründe gelişiyor, ne de dili tarihiyle öğreniyoruz. Dil hem tarihinsel derinliğini, imkânlarını kendi içinde taşıyor, hem de konuştuğumuz dil kendi becerebildiğimiz, edinebildiğimiz, içinde kendimizi ifade ettiğimiz, kendimizde konuşan ve kendimize malettiğimiz geleneğin bizim ile hareket eden zaman ve mekânda yerleşikliğinin dili.

Dünyada dilsiz düşüncenin, anlaşmanın mümkün olduğunu söylemek imkânsız. İnsanın anlaması, anlaşma, konuşma. Yani diskursif, "söylemsel".

"Ne düşündüğünü söyle, kim olduğunu söyleyeyim!" de diyebiliriz insana. Bu, düşüncenin tasavvûrun sansür filtrelerinden geçiyorluğundan değil: Hem işleniyor, eleştirel tepkiden geçiyorluğundan; hem de konunun hakîkatine, meseleye, konusuna gitgide daha yakınlaşıyor olduğundandır.

Hayâlgücü bir kapasitedir, vehim ise (çoğu anlamıyla) hoş değildir. İnsanın aklından geçenlerin meselenin hakikatînin ta kendisi olabildiği nadirdir. İnsanın aklına ne geldiğini işleyebilmesi, yönlendirebilmesi yargı/muhakeme gücünün işidir. İnsanın düşüncesi toplumsallaşmada geliştirilen ustalıkların, gitgide inceleştirilebilen dil hakimiyeti ve kültürel kapasitenin insanın gerçekliğinin hakîkatiyle yüzleşmesinde şekillenmektedir.

"Güzel düşünce", insanların iyiliğini isteyen, toplumsal dayanışmada kendisini bulmuş ve toplumsal dayanışmanın bir ifadesi olarak şekillenmiş, bireyselleşmiş insana yazdığımız düşünce.

İnsanın kendisine, başkalarıne, dostlarına, düşmanlarına yönelik niyet ve tavrı "şekillendirici toplumsal dayanışmanın", yani toplumsallaşmanın da (bir anlamıyla) kendisini ifadesi.

Güzel düşüncenin etrafa umut saçıcılığı farkedilemeyecek bir şey değil. Hakîkati dile getirmenin her daim kaçınılamayacak can acıtıcılığı da. Mesele olanı olmamış, olmayanı olmuş yapıp yapmamak değil. Mesele şerden hayır çıkarabilen, zûlme direnmeyi tavır edinmiş, kapıların kapılara açıldığını kavrayabilmiş; tarihin ve ömürlerin başını sonunu, nihaî anlamını bilir geçinmeyen bir hakîkatlilikten bakışı edinmeyi bilmek.

Umut şen şakrak duruştan gelmiyor. Umut ileriye bakabilirlikten, sorumluluğunu bilişten, çare arayıştan, hakîkî çaresizlikten, direniş geleneğinden geliyor.

İyimserliğin hâli inkâr olarak itici gelebildiği, geleni farketmenin ise karamsarlık olarak damgalandığı yılları dünya az yaşamadı.

İnsanı bugün gülümseten yarın insanların kanını dondurabilir; insanı bugün ürküten, yoran hakîkat iddiası yarın bir çıkış yoluna yönelmemizi sağlayabilir.

İyimserlik daha hoş gelse de, karamsarlığın da bazan lâtif, ince ve umut verici olabildiğini görebiliyoruz.

İnsana baktığımızda ne olabileceğini, kapasitesini görmemiz gerekiyor, insanın bugünü sorunluysa. Herkese böyle bakmak da yetmiyor. Kendisi açısından dahi geleceği karanlık bir insanın bugününde ve bir geçmiş olarak edindiklerindeki güzelliği de görmemiz, gösterebilmemiz gerekebiliyor. Bazan görmeden geçmemiz de.

"İyi, has, halis, munis" düşünce gerçeği eğip bükmekten değil, insanın iyiliğini, dünyanın esenliğini istemekten, her insana, ülkeye, millete, halka aynı insanî kapasite ve imkânları yazabiliyor olabilmekten geçiyor.

Bir kısmı öğrenilebilir olsa da, arkasında durabiliyor olmadıkça, temellendirebiliyor olmadıkça ilk sınanmada buharlaşıp gidebilecek öğrenmişlikler bunlar.

Toplumsallaşmanın doruk noktası da buralarda zaten: Geneli temsil ediyor olabilmemizi, geneli eleştirebiliyor olma kapasitesiyle aşmakta!

24 Ekim 2011 Pazartesi

13 Yaşındaki Çocuk İçin "Keşke Kurtarmasaydınız!" Demek

Yıkıntı altında bekleyen 13 yaşındaki çocuk için "büyüyünce devlete kurşun sıkar, orada kalsın!" diyebilenler var.

Bunu içimizden bir kişi bile söyleyebiliyorsa ne bu dünyada, ne de öbür dünyada yerimiz vardır.

Enkaz altında kalanlarda devlet memuru, öğretmen ve öğrenci oranı nüfusa oranlarından daha yüksek. Bunun kamu kuruluşlarının ruhsatsız bina yaptırabilme imkânları ve hukuksuzluğu işbitiricilik görme eğilimi yüzünden olup olmadığını zamanla göreceğiz. Kurtarılacakların kimler olduklarını, nerede doğup büyüdüklerini bilebilmemiz ne mümkün, ne de gerekli.

Kerbelâda, Çanakkalede, Medine Müdafaasında, Kuttül Ammarede, İstiklâl Harbinde en büyük kayıpları vermiş ailelerin evlâtları vatandaşlarımızı insafa ve insanlığa çağırıyorlarken, Vatan için hiç bir fedakârlıkta bulunmamış magazinciler, tatlısu vatanperverleri, sosyalmedya şımarıkları ahkâm ve kin kusup duruyorlar.

Ahlâksızlık ve insafsızlık bu kadar pervasız olabiliyorsa, toplum olarak geleceğimiz karanlıktır.

Hapishaneye itfaiyeci, acil servise hekim olarak gidiyorsan, dostun da düşmanın da bir: Yangın, kanayan yara yüz göz olacağın şey.

Esirine yediğinden yedirmeyen, aç ve açık bırakan dahi bizden değilken, kim hangi cüretle bizim adımıza konuşabiliyor ve insanların geleceklerini düşmanlıkla itham ediyor?

Dostluk da düşmanlık da geçer. Kardeşin kardeşe karşı olduğu olur. İnsaf, ahlak ve hukuk ise her daim bayrağımız olmalıdır! Dostsuz olur, adaletsiz olmaz. Kardeşsiz olır, insafsız olmaz.

Yusufu kuyuya atan kardeşleriydi. Kurtaranlarsa belki bir zamanki düşmanları.

"Bırak çıkarma!" diyen o zaman da olmuştur. Çıkarsa da çıkarmasa da, kalan ve gidenin hesabı kalmadı bitti.

Kuyudan canavarları bırakmaya kalkarsın, adına da hukuk dersin, ama, komşunun kuzusunu da yangından kurtarmazsın. Komşu düşman diyelim, kuzu da mı düşman?

Bataklıktaki kanlına el uzattığında dahi, sana yaranmasını beklemediğinde dost bulursun kendine.

Yani yaptığını yapman gerektiği için yaptıkça, insanlar da kendi yapmaları gerekenleri yaptıkça dünya dünyalığını bulur.

Sırta inen hançer de, sırtına siper oluşlar da sırtını güvenle insana dönebilenin yaşayabileceği bir şey.

Bir kazada "neredensin hemşerim, sabıka kaydın var mı?" diye soracaksak, kazanın ta kendisi oluruz.

Suçsuza zulüm önereceğine, onun masum ya da masum olmamaya gidebilecek hayatına, bir özgürlük olarak insanlığına izin ver, bu iznin senden geldiğine inanıyorsan, bu kadar kadirsen, çok bilmişsen, güçlüysen.

Bu kadar güçlüysen, kararlıysan kendini insan et, sana bakan gözle bak kendine!

.....

(İnna lillah ve inna ileyhi raciun. Yakınlarına ve canı yanacak insanlara sabır kendisine rahmet diliyorum. Sabah ölüm haberini aldım. Yazık! Onun kurtarılmamasını savunan gaddar alçaklara karşı fazlasıyla yumuşak davrandığımız kanaatindeyim! Daha kararlı olmak, daha tavizsiz olmak durumundayız, bir insanlık ülkesini ayakta tutacaksak!)

22 Ekim 2011 Cumartesi

Mekânsızlıktan Bakmak



Mekânsızlık, mesnevînin diyalektiğinde mekânlılığımıza da işaret ediyor.

Gerçekliğimizin hakikatinden hakikate yönelme bilip bilmeyeceği üzerine bilinciyle el ele hakikate yüzünü çevirmeye giden bir olgunlaşma talebi. Faniliğimizin ilerleyen hayat içinde anlamayı hep geride/geçmişte kalmış bir şey olarak bırakışını kavrayış. Halinden anlamayı bir elde tutmuşluk yapmayacak halini bilmeye varış.

Ölmeden ölme kavramı burada yeniden devreye giriyor. Anlama dilsiz, zamansız, mekânsız bir alana yönlendirildiğine göre, diskursif de değil, bir hakikatte erime, hakikatle erime gibi birşey.

Makaalattaki (ciddi bir tefsir çalışmasının, hakikat ve insan üzerine düşünmenin sonucu olan) öbür dünyanın zamansız, mekânsız ve dilsiz olması sorununu dünyanın, zamanlılığı, dilliliği ve mekanlılığı ile bir arada ele alırsak, dilde sabitleştirilmiş, tüm zamanlar için dogmatize edilmiş bir anlama veya yorumun önerilmediğini de kavrarız.

Her anlama geç anlamadır ve geride kalmıştır. İlerideki her hale, duruma cevap verecek, insanî çabayı, emeği, gayreti boşa çıkaracak bir kavrama, yakalama yoktur. Bu ileriye dönük bir şey söylenmeyeceği, gelecek nesillere hitap edilmeyeceği anlamını da taşımaz. Ancak, söylenen, yorumlanan sadece ışık tutar. Değişmez bir hakikat sunulmuşsa yorumda, bu sunuşun değil hakikatin değişmezliğindendir, yeniden anlaşılmadıkça anlaşılmaz. Yani, ben anlamışsam ve anlatmışsam, dediğimin içindeki hakikatin var olmak için benim anlatmama ihtiyacı yoktur. Söylediğim yeniden anlaşıldığında anlatmış olabilirim. Emeğim değersiz de değildir. Söylediğim için işitilmiştir ama, söylemesem de hakikatinden okunabilirdi, bazan daha büyük bir gayret ile, bazan hakikatin kapıya dayanmasıyla.

Mekânsızlık derdi, sınırsız sonsuzun sahibi oluş değildir. Tersine, sınırlı sonluluğunu kabul edişten geçer. Mekânsızlık, ufuk kaynaştıra kaynaştıra yola devam edişin eseridir. Kendisi oluşu kendisinde bırakmayıştır. Bir yanıyla da kendisinde kalıştır: Kendi sorumluluğunda.

Mekânsızlık tepeden bakış değildir. Kendisinde hapsolmayış, tevazuyu bilgi edinme eyleminde yoldaş edinmektendir. Tevazu, biliniz (şüphe etmeyiniz) ile bir kereliğine ve bir kerede her şeyi anlamışlıktan konuşmamanın kardeşliğindedir. Hem bildiğinin sorumluluğunu taşır insan, hem de bilinebileceği kadarı bilmenin bir süreç olduğunun sorumluluğunu.

Bilmek bildiğine esir olmak, bildiğini esir etmek değildir. Bilmek yolda olmaktır. Yolda kalmadan, yolu kesilmeden yolculuk ummamaktır. Bilebildiğini, kavradığını sandığını kavranılan ve bilinecek olan ile eş görmemektir. Söylediğinin içeriğini kendi esiri sanmamaktır.

Mekânsızlık gerçekliğinin hakikatinden hakikatinin hakikatine yönelmişliktedir ama, hakikati dünyası yapabilmişlik de değildir. İnsan en fazla hakikatli olur, hakikatine teslim olur. Hakikatle düzelmeye açık olur.  Elindeki hakikat gerçekliğinin hakikati ise de, gönlündeki hakikat, hakikatin kendisidir. Gerçekliğinin hakikati indirgenmiş, küçümsecek bir hakikat değildir. Kendisine açık olan budur. Kendisine açık olmayanı ise açılmayacak kapılardan zorlamaz hikmete açık duran, biroluşun kapısını arar.

Biroluşun kapısında bekleyiş ise tanrısallık iddiası değildir, öncesini ve sonrasını kabulleniştir, teslim oluştur, rızadır, ihtimamdır, emek vermeyi ve çabalamayı ömür boyu bırakmamaktır. Hırssızlıktır hakikat hırsızlığı ve çokbilmişlik değil.

Zamanımız bu kadardı. Arzeyleriz, gece hayalimizden, gündüz düşümüzden.

11 Ekim 2011 Salı

Melâmet Babadan Oğula, Ustadan Çırağa Geçmez!!

Melâmet hırkasını kendin giyersin!

Kültürümüzde melâmî bir yan vardır, kalender(î] bir yan vardır; fütüvvet vardır. Bunları sevmemek, biz olmayı da sevmemektir.

Melâmet kendi eleştirisini önceler. Eleştiri ve yergi düşmanlık olarak algılanmaz. Hüsn-ü niyeti varsa önyargılı veya ukalâ da utandırılmaz.

Melâmilerin tasavvuf düşmanı olduklarını kim iddia ediyor bilemiyorum. Bu dayanaksız ve dayanıksız bir iddia. Tekke zâviye hayatına düşman oldukları iddia ediliyorsa, Şeyh Gâlib'i hatırlatırım. Mevlânâ'yı ve Şems'i de. Eleştiri başkadır, kurumları yüceltmemek, öncelememek başka. Şemsde hür, dik duruşlu, bağımsız bir insandır derviş. Bireyciliğin değil, bireyselliğin önemsenmesidir söz konusu olan. Dervişin toplumsallaşması, insanın toplumsallaşması asla küçümsenmez. Mesafelilik düşmanlık; yüceltmeme yerin gibine geçirme değildir.

Mevlânâ kendisini abdal olarak görür, arka saflarda yer tutardı. Arkadaşları çalışan, düşünen, üreten insanlar; eski mahkûmlar; işlerinin ustası esnaflardandı. Bir yere gittiğinde, yanlarında durmazsa arkadaşlarının içeri alınmayabileceklerini bilirdi.

Eski melâmet bugün olmasa da, onu reddettiğini düşünenlerin terbiyesinde bile yaşıyor. Gelenek "attım kurtuldum; kendimi öyle tanımladım; böyle tanımladım"larla kenara itilemez. Çattığına esir düşersin. Kendisinden kaçtığın ayağına pranga olur.

Melâmeti bir kaç yüz yıldır isteyenin istediği gibi tanımlamasının meseleye yönelik hakîkat ihtiyacını canlandırdığı kanaatindeyim. Hakîkat boşluğu da hakîkati çağırır.

Akşemseddin'in köpeklerin çanağındakini üleşmeden, dahi onların rızasını görmeden mecliste yerini alamaması kâinatın, kurdun, kuşun, dağın, taşın hakkından konuşur olacaklığından.

Aç komşuya yal sunulmaz. Ulu kişi yalı yüzünü ekşitmeden, fedakârlık gösterisine düşmeden tattığında ihvândan olur, tevâzuda ululaşır, kendini aşağılamada değil.

Aşağılanacak hâl, aşağı çekilecek hâldir de.

Melâmet kardeşliğin, gelip geçiciliğin, fanîliğin, insanlığa yatkınlığımızın dillerindendir. İster anlayanı, ister eleştireni olalım: Eleştirdiklerimiz yüklerini bizim için taşımış insanlardır. Dedelerimiz, ninelerimiz olduklarını unutsak bile, iddiada ve iddiayla uçarken.

04.10.2011, 17:53

20 Ağustos 2011 Cumartesi

İnanmaya İnanmak





















İnancın olmayanın, olmayacağın değil; olabilirliğin, olabileceğin, olup da bilemeyeceklerimizin alanında aranmalı epistemik temelleri.

İnanan bir bilmediğinin olduğunu peşinen kabullenmiş oluyor, işin aslına bakılırsa...

Kantöncesinin Aydınlanması dogmasızlık dogmasıyla yaftaladı durdu dört bir yanı.

28.06.2011

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Yakarış

Bizi insanların zulmünden, zanlarından, çok bilmişliklerinden; insanları bizim zulmümüzden, iyi niyetimizden, zamanlı zamansız ayarlarımızdan, nasihat ve çıkışlarımızdan koru.

Bizlere özenenleri haksız hukuksuz bırakma. Bizlere inanıyor gibi yapanları utandırma, bilmediklerini ve kendilerini bulmalarını nasip eyle.

Hakikatsizliğimizi övdürme, bir doğrumuzun ilelebet doğru görülmesini nasip eyleme. İnsanlığın çaba ve gayret olduğunu ifade edebilenlerden kıl bizleri.

Hatalarımızdan öğrenmemizi, aynı hataları tekrarlamamamızı, yanlışı olanları küçümsemememizi nasip eyle.

Başkalarının acı ve felâketlerinden faydalanmamayı, bir yanlışa yardım için kapımızı çalanları avutup hatalarından çevirmeyi, kendimizi başkalarının sıkıntılarından arınmış ve ayrıcalıklı görmemeyi nasip eyle.

Dostlarımızı dostluklarında, insanları insanlıklarında, aşıkları yollarında sınayıp duranlardan eyleme bizleri. Yolda kalmayacak hiç bir insan yok, "bana olmaz, başıma gelmez!" diyebileceğimiz hiç bir şey yok, itilip kakılmamanın, yalnız bırakılmamanın hiç bir güvencesi yok.


Yaptıklarımızın yanlış anlaşılmasına, kötülüklerimizin iyilik bilinmesine, iyiliklerimizin kötülük kapısını açmasına dayanma, karşı durma gücü ver. Hatalarımızdan dönebilmeyi, zarar verdiklerimizi tazmin edebilmeyi, bizim yüzümüzden bir kedinin dahi insanlıktan umudunu kesmesine yol açmamayı nasip eyle.

Beni, arkadaşlarımı, yakınlarımı, tüm insanlığı intikam, kin ve nefretten arındır. Kaza, belâ ve acıya düşmanlık, haset ve kinden bakmamayı nasip eyle.

Yanlışsızlık için sorumluluk almayanlardan; hep doğru tarafta , hep kazananların yanında yer alanlardan bizi uzak tut. Haklıya haklı, haksıza haksız diyebilenlerden, sözünün arkasında durabilenlerden, düşmanlarının saygısını kazanabilenlerden eyle bizleri.

Güce, hükümrana değil hakka, hakkaniyete, anlayışa, tevazuya meyillendir bizleri. Şüphesiz ki senin gücün herşeye yeter.

Başkalarının kusurlarını tamir edebildiğimiz ölçüde bizim de kusurlarımızı ört, tecessüsten, meraktan, gevezelikten uzak tut. Bizi kusurlarına yapışan, hatalarının estetiğini kuran, insanlığı kendi faydası etrafında şekillendirenlerden kılma.

Başkalarının çocuklarını kendi çocuğu, başkalarının mutluluğunu kendi mutluluğu, başkalarının huzurunu kendi huzuru olarak bilenler arasına al bizleri.

Bizi bizden zayıf, güçsüz ve daha kısıtlı imkânlara sahip olanlar karşısında eşit ve kardeşçe durabilenlerden eyle.

Başkasını evinden yurdundan edeceksem evsiz barksızlardan; başkalarının lokmalarını kapacaksam lokmasızlardan; başkalarının sözünü kapacaksam suskunlardan; başkalarının mutluluğunu çalacak, emeğini, gayretini boşa çıkaracaksam beni kimsesiz ve yalnızlardan eyle.

Yanında durulabilir insanlardan olmamızı nasip eyle. Kinsizlerin yoluna layık olanlardan eyle bizi.

Dosta ve düşmana aynı insanî duruşla bakabilecek gücü ver bize, bir güç nasip olacaksa.

Sözünü söyleyemeyenlerin emanetini ver bize. Hayrını dağıtamayan, varlığı talan edilenlerin emanetini ver bize. Yeni bir şey söylemenin sorumluluğunu ihsan eyle.

Bizi komşusunda, eşine dostuna, ailesine, halkına, insanlığa kuşkuyla bakacak insanlardan eyleme. İnsana tereddüte saplananlardan eyleme.

Bizi temenni ve dualarının karşılığını bekleyenlerden eyleme. Ne gelirse haktandır. Hayra ve şerre insanca duranlardan eyle. İnsan kadar dayanıksız, insan kadar dayanıklı kıl bizi.

Öfke ve incinmişliğin körlüğünü bizden esirge. Anlayış ve direniş gücü nasip eyle. Malda, fikirde, yargıda, iddiada cömert ve sadık eyle bizi.

Bizi sadakatle, insaf ile, yoksunluğun en zor halleri ile sınama, düştüğümüz kuyuları aydınlık eyle.

Bizleri sadakatin, insanlığın, hakkaniyetin, aşkın yolundan ayırma. Bizi emin, gözütok insanlardan eyle.

Arkamızda viraneler ve göz yaşı bırakmayı nasip eyleme. Hayreden, tevazuda ve hayrette kalan, herşeyin en güzelini başkalarına dileyen, bildiklerini zulme dönüştürmeden öğretebilen insanlardan eyle.

Kötü yanları yüzüne vurulup da düzeltebilenlerden eyle bizleri. Yarın hakkın divanında, sevdiklerimizin karşısında daha az mahçup olmamızı nasip eyle.

Şüphesiz ki sen cömertlerin cömerdi, iyilerin iyisisin. Senden iyilik dileyen aklı, gönlümüzden eksik etme.

23 Temmuz 2011 Cumartesi

Adam Olamayan Aşık Olamaz, Aşık Olamayan Adam Olamaz!

Aşkı haketmek, aşıklığı haketmeden sonra gelir.

Aşkın aşığa dönüşü, oluşun tevazuya dönüşüdür de.

Aşkın aşığa dönüşü, maşuktan gelen bir hareket değildir.

Kendine saygının, kendisini ayaklar altına alabilişten geçmesidir.

Bir tevazu olarak saygıdır, kendine saygı.

İnsanın kendisine saygısı, artık kendisinden ibaret olmayışın kapı aralamasıdır.

Başkalarına olan bitenle, başkalarının kaderleriyle kardeşlik kuruşun kapısıdır aşk.

Ne adam olarak yola çıkarsın, ne de aşık olarak adamlıktan ibaret olursun. Aşk da adamlık da ömür ister, karar ister, başka türlüsünü yapamazlık ister.

Gerisi kader, kısmet ama bir o kadar da emek, çırpınma, kibri lağıma dökme, burun sürtme; yanlış ile yaşamayı yani yanlıştan öğrenmeyi öğrenme; başkalarını öncelemenin silikleştirmediğini, alçaltmadığını, yükseltmediğini ama insanın kendisine giden yol olduğunu farketme işi.

12 Temmuz 2011 Salı

Yarından İtibaren Kapalıyız!

Bu blog'u belki bir işlevi vardır düşüncesi ile açık tutuyorduk. Okuyucusuna hitap etmediği kanaatine vardık.

Yaptığımız açıkta düşünme, açıkta gözden geçirmeden ibaretti.

Okurların dünyasıyla bizim referans dünyamız farklı ve birbirlerini dışlıyor.

Okuyucunun dünyası ile eleştirel bir bağ olmadığında bir dayatmanın, tutuculuğun sözcülüğüne soyunmuş gibi oluyoruz.

Bir süreliğine tadilat için kapatacağız, daha sonra da kapalı devre devam edip etmeyeceğine karar vereceğiz.

Düzeltilmemiş yazılar bir saygısızlığın ya da teşhirin ifadesi değil idiler. Kırdıklarımız ve teşhir eder göründüklerimiz oldu ise kendilerinden özür dileriz.

Kapalı olduğumuz sürede neler yazdığımızı, neleri yazmadığımızı da gözden geçireceğiz.

Saygılarımızla.

26 Haziran 2011 Pazar

Birbaşınalık

Her kuyu bir Yusuf büyütmez! Her kuyuda Yusuf arama!

Her Yusuf’unsa başına gelecek var!

Kuyuya düşmek için başkalarına ihtiyacın yok. Kendin atlamadıysan, itilişin bir hikâyesi olur. Kendin atladıysan, kuyunu belki bulan bile olmaz.

Kaybolanın hikayesi de olmaz.

Kuyudan çeken el itmiş el ise pişman bir eldir. Çektiği el pişman da olabilir, pişmanlıktan pişman da. Kendisi de, kendisini unutmuş birisi de.

”İnci çıkaracaksan derine dalacaksın”: Derinlerde düşünce de kendisini unutur. Zamanı unutmuş bir zamandalık kuyudan çıktığında yerle yeksan olmaz.

Yalnızlığı tadacaksan, sana bir elin uzanmasını beklemeyeceksin. Beklemeden dalacaksın kendine.

Sana ihtiyacı olan, seni kuyundan alır çıkarır. Adını çağırmalarına iltifat etme.

Çığlıklarını duyacakları duymaya niyetin yokken nefesini tüketme.

Beklemeyi unut. Beklenmediğini unut.

Beklenen kendi başına kalamaz.

Beklentisiz kal ki, zamanla işin kalmasın.

Kuyudan çıktığında sadece gelecekleri insanların, göreceğin.



Dinler gibi yaptıklarında, hikâyeni anlatır gibi yaparsın.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

ÖLÜM CANI BİR CAMDAN TADACAK










Zamanla oynayan çocuk
Dizinde oynayacak kedi zaman

Can pencerendi o zaman
Zamanla penceren cam

Kadehi fırlat yolun harap
Şarap ol harap ol  şarap

Ölümü bir kez tadacak olsa da can
Ölüm camı bir candan tadacak

18 Mayıs 2011, 02:39

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Röntgencilik ve Şantaj için Zarurî Haller Yoktur !

Tecessüs, meraklılık, dikizcilik yanlıştır.

Yanlış yapana kendisini düzeltme şansı vermek esastır. Başkasının kusurunu deşmek, dile dolamak, kendisini (kavmini, çevresini, soyunu, boyunu) hataya kapalı görmek kabul edebileceğimiz bir şey değildir.

Yanlışa istemeden tanık olduğumuzda, bir yanlışa tanık olan bize açıldığında izlenecek yollar tek tek durumlarda farklıdır. Bazan görmemezlikten gelmek, bazan hatayı yapanın kendisiyle konuşmak, bazan da onun yakın çevresiyle bunu paylaşmak gibi durumlarla karşı karşıya kalabiliriz. Her olay farklıdır, benzer olaylar karşısında alabileceğimiz tavırlar da uzun, bitmeyecek bir liste oluşturur. Ahlakta zaten, ne yapılmayacağı tartışılır, ne yapılacağı, tecrübe, aklıbaşındalık, insanı tanıma, hali bilme ve şartlar vb. ile alakalıdır. Garantili hiç bir yol yoktur.

Temel kural bazan şudur: Kötüye kullanmayacaksın! Kısacası, kulllanmayacaksın. Suskun kalınması gereken durumda suskun kalacak, buna çağıracaksın. Konuşulması gerekiyorsa, konuşulması gereken yerde, gerektiği kadar, kiminle konuşulması gerekiyorsa sadece onunla konuşacaksın ki bunun ölçülerini tutturmanın el kitabı yoktur! Çoğu felaketin yolu iyi niyetin taşlarıyla döşenir.

Çokbilmişlik, işgüzarlık, ukalalık, malümatfüruşluk etmeyeceksin. Ketum olacaksın. Sır saklayacaksın. Dostunun da, düşmanının da sırrını!

”Başkalarının kusurlarını örtmede gece gibi karanlık olmak” kayıtsızlık, lakaytlık, nemelâzımcılık değildir: Duyarlı olmak, insanlığı insanlığın hallerine kayıtsız kalmadan değiştirmek, değişmektir.

Bütün bunları söyledikten sonra herhangi birimiz ”zarurî durumlarda, insanlığın yararına” tecessüsün, röntgenciliğin, dikizciliğin, şantajın meşru olabileceğine dair bir kapıyı açık bırakırsa, yukarıdakileri, fazlasını, azını, daha çok ya da az doğrusunu söylememiş, söylediğini de geri almış olur!

Bazılarına hukuk, ahlâk, insanlık tanımama hakkı verme hakkımız yoktur! Hakikati konuşmak, kayırıcıların, tuzak atanların işi değildir!

Yatak odası izlemek mahkeme kararıyla dahi meşrulaştırılamaz! Bunu iddia edebilenin hukuk anlayışı hikmetten yoksundur.

İstisna yoktur! Adalet sağlama adına dahi röntgencilik yapılamaz. Bunu gerektiriyor görünen sınır durumlarında, sorulan soruyu ve hükmün çerçevesini, perspektifi değiştirerek ahlâkla ve hukukla karşılık verirsin! İlk soruyu cebren yok ederek değil, daha doğru, daha hikmetli, daha  insani, daha ahlaklı, daha adil bir perspektifte çözerek!

Adalet yönünde her eylem, her karar, her hüküm bir yorumdur. Yorum, son noktayı koymayanların, ezbere eylemeyenlerin, ”yeni bir şey söylemenin” anlamını kavramışların işidir. Hâl, hâle benzemez; durum duruma, anlam anlama, hareket harekete benzemez: Öylesine eyleyeceksin ki, kasdettiğini söylemiş, söylediğini kasdetmişlik kendisini konuşmuş olacak!

Son noktayı koymuş olanlar, insan dinlemez, halden anlamaz, birisine serbest bıraktığı özgürlüğü bir başkasına zalimce yasak görür. Yasaklanmış hürriyet, elbette hatadan alıkonmanın terimleriyle değil, insanlıktan alıkoymanın terimleriyle kendisini konuşur.

”İnsan yanlış yapar yanlıştan döner” demek, adaletin bile yanılabilirliğini, yakabilirliğini öngörme, hataya sarılmama işidir.

Tüzüklerin, yönetmeliklerin şablonlarıyla adaletin hikmetten, yorumdan, tevazudan, tecrübeden, bilgiden, ilgiden dağıtılabilirliğini birbirine karıştırmamak gerek.

Bir partinin disiplin kurulunu çalıştırması, bir mesleğin rutin bir kuralla kazayı belayı engellemesi başka, adaletin uygulanması hayata geçirilmesi başkadır.

Adalet çıkar, kâr, cemaat, siyaset, emir, demir, hatır gönül işleri ”paranteze alınmadan”, ”unutulmadan” söz konusu bile edilemez! Bu insanın kendisini unutması, insanlıktan soyutlanması ile değil eleştiri, eleştiriye açıklık, tevazu, saygı, farkındalık işidir. Varsın ”çıkar”ı olsun: Eyvah bu benim çıkarıma diyebilsin. Kendi çıkarsızlığı, mazlumu satmışlık olmasın.

Adil insan, en sonunda kendisini bulur, hükümleri, kararları hep tartışılır olsa bile.

Tartışmadan tartışmaya da fark var, kimi tartışma ”adalet budur!” üzerine, kimisi ”haksızlık, ufuksuzluk, zulüm budur!” üzerine, kimi tartışma ise hallerin ve hükümlerin benzemezliği üzerine.

Hepsi öğretir. Herşey öğretir. Kılıcın iki tarafı varsa adalet de öğrenmenin adaleti, öğrenen adalet, yani adalet olur!

16 Şubat 2011 Çarşamba

HAKİKAT MEVZUBAHİS OLDUĞUNDA GERİYE KALAN HER ŞEY TEFERRUATTAN İBARETTİR!

Korkmaya hakkınız olduğunda korkun.
Çekinmeye hakkınız olduğunda çekinin.
Konuşmaya zorlandığınızda becerebiliyorsanız susun.
Ama ağzınızı açarsanız bir kez, hakikatten başka ses çıkmasın sizden.

Korkmak, çekinmek insanîdir.
Ateşle oynadığının farkında olmak, avamı ürkütür, ip cambazını ipten düşürür.
İp cambazı, ateş yutan, çember yırtan aslan bilir ve unutur.

Bilmek sarsar, bilmek ürkütür, bilmek sorumlu kılar. Bildiğini eliyle, gözüyle, nefesiyle bilen bildiğinde ustadır.
Usta okçu nişan almayı unutur. Attan ata atlayan hesap yapmaz, gözünü dört açar

Hesap yapacaksan attan ata atlarken yapman gereken hesabı yap. Yapılmamışı yaparken, ne yapılırsa yapılsın işlemeyeceğini bilenin ve yere çakılana kadar çare arayanın hesabını yap. Yere çakılmaman atın seni misafir etmeye gönüllü olmasından ve hesaplılığı öncelememenden. Düşe kalka büyüdün. Başka çaren kalmadığında, yere çakılırken, aslan ağzını açtığında, havaya fırladığında düşündüğün yapılabilecek bir şey aramaktan ibaret. Dişin de tırnağın da bunu aramakta. Ya düşüşe razı ol, aslanın ağzına kafanı sok, bazan en doğrusu budur, ya da tecrübe altındaki tecrübeden ol.

Gördüğün yapacağın,. Gördüğün düşündüğün. Gördüğün imkanın.

Sen susanlardan değil konuşanlardan olduğunda sana geveze diyecekler belki, ”konuşmam göz gezdirmekten ibaret ”de. Sustuğunda ”susturduk” da diyecekler, ”pısırık” da, ”tenezzül etmiyor” da. Aynı kişiden, aynı kişilerden hepsini birden duyduğunda de ki, biz gördüğümüzde karar vermiş oluruz. Söylediğimizde yapıyor oluruz.

Kaçınamayacağın bir şey var Ey Talip:

Haklıyı haksız, mazlumu zalim, yalanı doğru yapamazsın. Bunlar zıddına da dönüşür, ama, buna sen karar veremezsin. Bir söylediğin bir söyleyeceğini tutmayacak olduğunda dahi olanı söyleyeceksin. Önce kendine, önce talibi olana.

Önce başkalarına söyleyen ya gevezedir gerçekten, ya da kendinden geçmiş bir kişi. Kendisinde saklayacağı bir şey kalmamıştır, söyler.  Dağdan, taştan ayırd edemez de söyler. Düşündüğünü herkesin bildiğini göstermek ister de söyler.

Söyleyeceğin şey zaten herkesin bildiği bir şey. Suskunluğu, konuşmuşluğu abartma!

Kapını çalan hakikat ise, kalacak bir yer arıyorsa, bu kalbin kendi yuvası olduğunu bilir de kapını vurur.

Hakikate sırt döndüğünde, hakikatinin hakikatine sırt döneceksin, bundan büyük yitirilecek hiç bir şey yok!

Kapıyı açamaman son şansı kaçırman da değil. Sana uğrayacak olan, çaresiz olsa bacadan girerdi. Sen kararını vere dur, ben kapıma bekçiler koymaktayım. Kapılarımı sökmekteyim. Kapının önünde yatmaktayım. Sen yolundan çıkmışlarla kendini aynı taşa vurma.

Hakikat mevzubahis olduğunda, başka her şey teferruattan ibarettir.

İster sus, ister konuş, ister ustalarını hatırla: Gördüğün ve işittiğin her şey sana emanet.

Üstünü örtmek ya da aydınlığa kavuşturmak hakikatlilik işi.

Gece gibi karanlık ve şefkatli ol örttüğünde.

Pırıl pırıl güneşli bir gün gibi aydınlat karanlıkta kalanı, herkese ait olanı, söylemen için senin kapını çalanı.

Sırrı olan konuşur. Susan konuşur.





(Çarşamba, 01:43)