20 Mayıs 2009 Çarşamba

Bir Cüzzamlının Elini Tutmak


Bir cüzzamlının elinden tut.

Bir cüzzamlıyı yeniden komşulu yap.

Bir cüzzamlıyla aynı sofrada yemek ye.

Bir cüzzamlıya yediğinden yedir, giydiğinden giydir.

Bir cüzzamlıyı çocuklarına, diline, sesine, rüyalarına kavuştur.

Bir cüzzamlı Yusuf'u kuyudan çıkar, parmakları elinde kalmadan.


Ve sonra, istersen, bizi sopayla kovala, neye inanıyorsak reddet, neyi yapıyorsak yapma.

Kardeşimizsin.


Her kim ki, kendisine olmasa da, kendisi gibilere cennet muştalıyor, başkalarına cehennem vadediyorsa, hiç bir şeyi yapması gerektiği için yapmamıştır.


Ödül için, vadedilenleri koparmak için değil Rıza için, başkası elinden gelmeyeceği için, bin cefa çeksen yine, yine insanlığı arzulayacağın için yap ne yapacaksan.


Bir insan, herhangi bir dünyada, olması gerekeni olmamışsa sevinme, O'nu düşmanın sanıp. Sen bir cüzzamlının elini tutmuş insanın bile elini tutamayansın. Sen çiçek açtıramayan bir topraksın. Ne yazık.


Ve kardeşimizsin. Bizlere ne ayıp, sana sadece kin, hesap kitap, kendini düşünüş bırakmışız. Don vurduğunda seni, taşlaştığında vefa göstermemişiz, kalbini ısıtan bir şeyin yok, seni yalnız bırakmışız çilende.


Ölen komşun. Sus. Rahmetle an. Sonra eleştir. Hepimizi. Ve hiç bir zaman bir cüzzamlı çocuğun elinden tutup parka götüremeyecek kadar korkak elini, ellerimizi.

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Gel, Yine Gel (Not)

Rubainin Mevlânâya ait olmasının şüpheli olduğunu söylüyor Şefik Can, Mesnevi çevirisinde bir dipnotta (2005, s 189-190, Beyit 2324'e konulmuş)

Şefik Can, hem rübainin Divanda olmamasından yola çıkıyor, hem de Cami'u's Sağir'de bulunan "tevbe", "affedilmek" ve "günah işlemede ısrar"a dair bir hadisle çeliştiğini düşündüğünden bunu iddia ediyor.

Beyit 2324 de zaten "canım tenimden ayrılmadıkça artık tövbemi bozmam"la bitiyor.

(Mesnevi Cilt 5, Sayfa 189-190, Çeviren Şefik Can, Ötüken. İstanbul, 2005(Mesnevi Cilt 5, Sayfa 189-190, Çeviren Şefik Can, Ötüken. İstanbul, 2005)

...

Ben Şefik Can'dan farklı düşünüyorum. Evet, tevbe bozmayı Mevlana da hoş karşılamıyor, ama, rübai bu eksen üzerine kurulu değil.

...

Daha önceki bir notumda sunduğum "rahmetin herkese açıklığı ama cennetin herkese açık olmaması"na dair beyitler genellikle gözardı ediliyor. Bu beyitlerin sunduğu bir eleştiri değil, ayrım. Dergah/meclis cennet ya da cehennem kategorisinde değil, rahmet kapısı (en azından bir anlamıyla), derdi olanın, yalpalasa, sendelese, şöyle ya da böyle düşünse de kapısını çalabileceği, sığınabileceği bir yer.

Rübai Mevlananın değil, ancak, Mevlananın anlayışına ve insanlığımıza ters düşmediği kanaatindeyim.

"Sığınma" dedim. "Sığınma" kendi zulmünden de kaçma. İnsanlık arayışı, insanlığını arayış.

Altüst olmayan, debelenmeyen, çırpınmayan, dünyası karmakarışık olmayan insana "gel !" dememizin ne anlamı var, anlayamamaktayım. "Aferin, işte böyle ol!" dememekteyiz, "sen iflah olmazsın !" da. Bunu yaparsak, temelde hata yaparız.

İnsan olmamız bir buyruk: "Hidayete erişmen için gel!" nasıl deriz? Avutmayansak, paylaşmayansak, anlamayansak. Biz öbür dünya yargıçları değiliz, İnsanlıkla mükellefiz.

"Bunu (kendine/kardeşine) nasıl yapar(sın)!" da diyeceğiz, yargılamadan sargıladığımız da olacak.

İnsan bize uysun, ya da biz ona uyalım derdinde neden olacağız? Çölde üzerinde akbabalar uçuşan insana su verirken, harami olduğundan, iyileşince peşimize düşeceğinden bize ne?

Bedevi su ikram ettiği adam devesini çalınca "Ne olur kimseye anlatma!" diye bağırmış arkasından: "Anlatırsan, insanlar korkar, iyilikte tereddütlü olurlar!".

Deveyle beraber insanlığımızı da göndermeyelim.

Bazan asıl hazinemizi, varlığımızı unutuyoruz, aklımıza getirmiyoruz gibime geliyor.

Rübaiden, tekrarlarsak, "neyi savunursan savun sana icazet veririz"i çıkartmıyorum. İnsanlık çıkarıyorum. İcazet sorgulanmadan verilirken; tevbe bozmuşların, günahkârların, ya da farklı şeyler savunan insanların insanlık dergahına gelmelerine, "hayır gelme, sen hakkını kaybettin" diye tepki vermemiz bekleniyor sanki.

İnsan hem kolay değişmez. Hem de baştan itibaren değişimin içindedir. Ve her değişme de ne kadar derin, sarsıcı olursa olsun kolay hissedilmez.

Sigaraya yeniden başlamışı dispansere alıyoruz, ama, kapımızı çalıp da bizi dinlemek, bizle konuşmak isteyen insana "hayır, olmaz!" diyeceğiz. Mesele bu değilse, tartıştığımız ne?

Biz cennet cehennem bekçisi gibi davranamayız. Ceza kesecek olan da, bitmiş hayatları değerlendirebilecek kapasitede olanlar da bizler değiliz. İnsan hayatı ölümünden sonra bile anlamını arar. Alıcısını arayan bir mektup gibi. Attığımız her taş, söylediğimiz her söz hedefini biz yaşarken bulacak diye bir şey yok. Attığımız her tohum, budadığımız her ağaç, çaprazladığımız her gonca bize ve zamanımıza kendisini açacak değil.

Biz bir takım insanlarla beraberiz dünyada. Onlar sorumluluklarıyla ne kadar alakalı olsalar ya da olmasalar, bizim beraberlikten doğan yükümlülüklerimiz var her daim.

Nasıl köşedeki terzi herkesin söküğünü dikiyor, komşu ebe ana rahminde ters dönen her çocuk için çırpınıyor, biz de birbirimize açık duracağız. Bu ne tavizkarlıktır, ne de şaşkınlıktır.

Hem kendimiz olacağız. Hem de çıkarsızca, beklentisizce, yani ahlakımızdan yola çıkarak davranacağız.

Kendimiz olmakta tavizsizliğimiz, kendimiz oluşun başkalarına açıklıkla başladığını ve bittiğini unutmamayı da içeriyor. Entegriteye ulaşmak, eleştiriyi, karşı fikri, karşı hayatları, bilakis, daha çok dinlemekte oluşun da ifadesi.

Dinle, anla, ama farklı düşün. Fark sun. Ya da sunma. Yeniden de düşünürüz, çaresiz de kalırız, değişiriz de. İnsanız biz. Çaresiz bırakılmamız çok kolay. Çaresiz halimizde bile elimizden geleni yapıyoruz.

"Doğru" ona buna ait doğru değil her daim. Bazan dosdoğru bir doğru.

Eşek arısına dahi fırtınada sığınak var. Kapımızı çalan insana mı olmayacak?

Çileli bir insanı dahi içine sığdırabilecek büyüklükte bir dergah kuramamaktaysak, onca telaş, kavuk, sikke, takke, cübbe, hırka niye?

3 Mayıs 2009 Pazar

Tebrizli Şems Ve Mevlânânın Tek Kuralı

Kuralları götürecekleri şeylerden daha karmaşıklaştıranlara: Hakiki olun. Gerisi gelir.

Gerisi şekilden ibaret. Ama şekil, şekilcilikten ibaret değil.

Oluş, insanların içinde oluş. Bir toplumda oluş ve oluşma.

İnsanlardan ve insanlıktan kaçmayacaksın.

Oluş, hakikatin içerisinde sınanan bir hakikatlilik.

İnsanın kendisi oluşu bir yanış, kömürün elmasa dönüşmesi.

İnsanın sorumluluğunu, sınırını kavraması.

Yanlışlarının pişmanlık dünyasından çıkıp, anlayışa, insanî tecrübeye, tevazuya, "ben yapmam, biz yapmayız" dememe uyanıklığı ya da farkındalığına, pişen hikmete dönüşmesi.

Hakikate çarparak, sınanarak, özümseyerek, incelerek yontuluyoruz, biçimleniyoruz.

Yanlışla da düzelebilmemiz, eyleyerek aramakta oluşumuzdan.

Hem karanlıklar tökezletici, aydınlıklar yol açıcı. Hem de karanlık sığınak, aydınlık ele verici. Karanlığın merhametini, aydınlığın körleştiriciliğini bilmeden ne aydınlığın, ne de karanlığın var.

Görerek, hissederek, yoklayarak, düşünerek, kendimizi insan olmaya vererek yol alıyoruz, gündüz gece.

Uyanıklıkta, uykuda insanız.

Geliyoruz, gidiyoruz.

Tanık olarak. Yalanla yaşamayarak. Ama yanılarak, yanılsayarak.
Hakikatin sahibi değiliz. Hakikatte bir emanetiz. Geçiciliğiz. İnsanî iddianın, insancalığını yakalayabilen, kainatın kumaşıyla giyinebilen.