29 Ekim 2011 Cumartesi

İyi Şey Düşünmek, İyi Şey Söylemek

Akıldan geçmeyecek şey yoktur. Yalnız olabileceği değil, olmayabileceği de düşünebiliriz.

Balıkları kavağa çıkartabilir, suaygırlarına gazel söyletebiliriz. Ne kadar çok şey mantıksal olarak mümkün. Mantıksal olarak mümkün olanı da düşünmek mümkün.

İyi şey düşünmek, olanı hayra yormak olabileceği görmemezlikten gelmek değil. İnsanın kendisine yalan söylemesi hiç değil.

Düşünmeyi, düşüncenin içeriğinin oluşumunu belirleyen insanın toplumsallaşması: Kişilik, kimlik, bireysellik edinme süreçleri. Bunun bir kısmı eskiden "terbiye"nin bir anlamını oluşturuyordu.

İnsanın toplumsallaşması oyun oynayarak, taklit süreçlerinden, terbiyeden ve eğitimden geçen karmaşık süreçlerin toplamı. Dil ediniyoruz, dil edimlerini [speech acts] ayrıştırarak kullanmasını öğreniyoruz. Kendi tecrübemizi edinirken insanlığın geçmiş tecrübesini de paylaşıyoruz az çok.

Ne dil bir insan ömründe gelişiyor, ne de dili tarihiyle öğreniyoruz. Dil hem tarihinsel derinliğini, imkânlarını kendi içinde taşıyor, hem de konuştuğumuz dil kendi becerebildiğimiz, edinebildiğimiz, içinde kendimizi ifade ettiğimiz, kendimizde konuşan ve kendimize malettiğimiz geleneğin bizim ile hareket eden zaman ve mekânda yerleşikliğinin dili.

Dünyada dilsiz düşüncenin, anlaşmanın mümkün olduğunu söylemek imkânsız. İnsanın anlaması, anlaşma, konuşma. Yani diskursif, "söylemsel".

"Ne düşündüğünü söyle, kim olduğunu söyleyeyim!" de diyebiliriz insana. Bu, düşüncenin tasavvûrun sansür filtrelerinden geçiyorluğundan değil: Hem işleniyor, eleştirel tepkiden geçiyorluğundan; hem de konunun hakîkatine, meseleye, konusuna gitgide daha yakınlaşıyor olduğundandır.

Hayâlgücü bir kapasitedir, vehim ise (çoğu anlamıyla) hoş değildir. İnsanın aklından geçenlerin meselenin hakikatînin ta kendisi olabildiği nadirdir. İnsanın aklına ne geldiğini işleyebilmesi, yönlendirebilmesi yargı/muhakeme gücünün işidir. İnsanın düşüncesi toplumsallaşmada geliştirilen ustalıkların, gitgide inceleştirilebilen dil hakimiyeti ve kültürel kapasitenin insanın gerçekliğinin hakîkatiyle yüzleşmesinde şekillenmektedir.

"Güzel düşünce", insanların iyiliğini isteyen, toplumsal dayanışmada kendisini bulmuş ve toplumsal dayanışmanın bir ifadesi olarak şekillenmiş, bireyselleşmiş insana yazdığımız düşünce.

İnsanın kendisine, başkalarıne, dostlarına, düşmanlarına yönelik niyet ve tavrı "şekillendirici toplumsal dayanışmanın", yani toplumsallaşmanın da (bir anlamıyla) kendisini ifadesi.

Güzel düşüncenin etrafa umut saçıcılığı farkedilemeyecek bir şey değil. Hakîkati dile getirmenin her daim kaçınılamayacak can acıtıcılığı da. Mesele olanı olmamış, olmayanı olmuş yapıp yapmamak değil. Mesele şerden hayır çıkarabilen, zûlme direnmeyi tavır edinmiş, kapıların kapılara açıldığını kavrayabilmiş; tarihin ve ömürlerin başını sonunu, nihaî anlamını bilir geçinmeyen bir hakîkatlilikten bakışı edinmeyi bilmek.

Umut şen şakrak duruştan gelmiyor. Umut ileriye bakabilirlikten, sorumluluğunu bilişten, çare arayıştan, hakîkî çaresizlikten, direniş geleneğinden geliyor.

İyimserliğin hâli inkâr olarak itici gelebildiği, geleni farketmenin ise karamsarlık olarak damgalandığı yılları dünya az yaşamadı.

İnsanı bugün gülümseten yarın insanların kanını dondurabilir; insanı bugün ürküten, yoran hakîkat iddiası yarın bir çıkış yoluna yönelmemizi sağlayabilir.

İyimserlik daha hoş gelse de, karamsarlığın da bazan lâtif, ince ve umut verici olabildiğini görebiliyoruz.

İnsana baktığımızda ne olabileceğini, kapasitesini görmemiz gerekiyor, insanın bugünü sorunluysa. Herkese böyle bakmak da yetmiyor. Kendisi açısından dahi geleceği karanlık bir insanın bugününde ve bir geçmiş olarak edindiklerindeki güzelliği de görmemiz, gösterebilmemiz gerekebiliyor. Bazan görmeden geçmemiz de.

"İyi, has, halis, munis" düşünce gerçeği eğip bükmekten değil, insanın iyiliğini, dünyanın esenliğini istemekten, her insana, ülkeye, millete, halka aynı insanî kapasite ve imkânları yazabiliyor olabilmekten geçiyor.

Bir kısmı öğrenilebilir olsa da, arkasında durabiliyor olmadıkça, temellendirebiliyor olmadıkça ilk sınanmada buharlaşıp gidebilecek öğrenmişlikler bunlar.

Toplumsallaşmanın doruk noktası da buralarda zaten: Geneli temsil ediyor olabilmemizi, geneli eleştirebiliyor olma kapasitesiyle aşmakta!

24 Ekim 2011 Pazartesi

13 Yaşındaki Çocuk İçin "Keşke Kurtarmasaydınız!" Demek

Yıkıntı altında bekleyen 13 yaşındaki çocuk için "büyüyünce devlete kurşun sıkar, orada kalsın!" diyebilenler var.

Bunu içimizden bir kişi bile söyleyebiliyorsa ne bu dünyada, ne de öbür dünyada yerimiz vardır.

Enkaz altında kalanlarda devlet memuru, öğretmen ve öğrenci oranı nüfusa oranlarından daha yüksek. Bunun kamu kuruluşlarının ruhsatsız bina yaptırabilme imkânları ve hukuksuzluğu işbitiricilik görme eğilimi yüzünden olup olmadığını zamanla göreceğiz. Kurtarılacakların kimler olduklarını, nerede doğup büyüdüklerini bilebilmemiz ne mümkün, ne de gerekli.

Kerbelâda, Çanakkalede, Medine Müdafaasında, Kuttül Ammarede, İstiklâl Harbinde en büyük kayıpları vermiş ailelerin evlâtları vatandaşlarımızı insafa ve insanlığa çağırıyorlarken, Vatan için hiç bir fedakârlıkta bulunmamış magazinciler, tatlısu vatanperverleri, sosyalmedya şımarıkları ahkâm ve kin kusup duruyorlar.

Ahlâksızlık ve insafsızlık bu kadar pervasız olabiliyorsa, toplum olarak geleceğimiz karanlıktır.

Hapishaneye itfaiyeci, acil servise hekim olarak gidiyorsan, dostun da düşmanın da bir: Yangın, kanayan yara yüz göz olacağın şey.

Esirine yediğinden yedirmeyen, aç ve açık bırakan dahi bizden değilken, kim hangi cüretle bizim adımıza konuşabiliyor ve insanların geleceklerini düşmanlıkla itham ediyor?

Dostluk da düşmanlık da geçer. Kardeşin kardeşe karşı olduğu olur. İnsaf, ahlak ve hukuk ise her daim bayrağımız olmalıdır! Dostsuz olur, adaletsiz olmaz. Kardeşsiz olır, insafsız olmaz.

Yusufu kuyuya atan kardeşleriydi. Kurtaranlarsa belki bir zamanki düşmanları.

"Bırak çıkarma!" diyen o zaman da olmuştur. Çıkarsa da çıkarmasa da, kalan ve gidenin hesabı kalmadı bitti.

Kuyudan canavarları bırakmaya kalkarsın, adına da hukuk dersin, ama, komşunun kuzusunu da yangından kurtarmazsın. Komşu düşman diyelim, kuzu da mı düşman?

Bataklıktaki kanlına el uzattığında dahi, sana yaranmasını beklemediğinde dost bulursun kendine.

Yani yaptığını yapman gerektiği için yaptıkça, insanlar da kendi yapmaları gerekenleri yaptıkça dünya dünyalığını bulur.

Sırta inen hançer de, sırtına siper oluşlar da sırtını güvenle insana dönebilenin yaşayabileceği bir şey.

Bir kazada "neredensin hemşerim, sabıka kaydın var mı?" diye soracaksak, kazanın ta kendisi oluruz.

Suçsuza zulüm önereceğine, onun masum ya da masum olmamaya gidebilecek hayatına, bir özgürlük olarak insanlığına izin ver, bu iznin senden geldiğine inanıyorsan, bu kadar kadirsen, çok bilmişsen, güçlüysen.

Bu kadar güçlüysen, kararlıysan kendini insan et, sana bakan gözle bak kendine!

.....

(İnna lillah ve inna ileyhi raciun. Yakınlarına ve canı yanacak insanlara sabır kendisine rahmet diliyorum. Sabah ölüm haberini aldım. Yazık! Onun kurtarılmamasını savunan gaddar alçaklara karşı fazlasıyla yumuşak davrandığımız kanaatindeyim! Daha kararlı olmak, daha tavizsiz olmak durumundayız, bir insanlık ülkesini ayakta tutacaksak!)

22 Ekim 2011 Cumartesi

Mekânsızlıktan Bakmak



Mekânsızlık, mesnevînin diyalektiğinde mekânlılığımıza da işaret ediyor.

Gerçekliğimizin hakikatinden hakikate yönelme bilip bilmeyeceği üzerine bilinciyle el ele hakikate yüzünü çevirmeye giden bir olgunlaşma talebi. Faniliğimizin ilerleyen hayat içinde anlamayı hep geride/geçmişte kalmış bir şey olarak bırakışını kavrayış. Halinden anlamayı bir elde tutmuşluk yapmayacak halini bilmeye varış.

Ölmeden ölme kavramı burada yeniden devreye giriyor. Anlama dilsiz, zamansız, mekânsız bir alana yönlendirildiğine göre, diskursif de değil, bir hakikatte erime, hakikatle erime gibi birşey.

Makaalattaki (ciddi bir tefsir çalışmasının, hakikat ve insan üzerine düşünmenin sonucu olan) öbür dünyanın zamansız, mekânsız ve dilsiz olması sorununu dünyanın, zamanlılığı, dilliliği ve mekanlılığı ile bir arada ele alırsak, dilde sabitleştirilmiş, tüm zamanlar için dogmatize edilmiş bir anlama veya yorumun önerilmediğini de kavrarız.

Her anlama geç anlamadır ve geride kalmıştır. İlerideki her hale, duruma cevap verecek, insanî çabayı, emeği, gayreti boşa çıkaracak bir kavrama, yakalama yoktur. Bu ileriye dönük bir şey söylenmeyeceği, gelecek nesillere hitap edilmeyeceği anlamını da taşımaz. Ancak, söylenen, yorumlanan sadece ışık tutar. Değişmez bir hakikat sunulmuşsa yorumda, bu sunuşun değil hakikatin değişmezliğindendir, yeniden anlaşılmadıkça anlaşılmaz. Yani, ben anlamışsam ve anlatmışsam, dediğimin içindeki hakikatin var olmak için benim anlatmama ihtiyacı yoktur. Söylediğim yeniden anlaşıldığında anlatmış olabilirim. Emeğim değersiz de değildir. Söylediğim için işitilmiştir ama, söylemesem de hakikatinden okunabilirdi, bazan daha büyük bir gayret ile, bazan hakikatin kapıya dayanmasıyla.

Mekânsızlık derdi, sınırsız sonsuzun sahibi oluş değildir. Tersine, sınırlı sonluluğunu kabul edişten geçer. Mekânsızlık, ufuk kaynaştıra kaynaştıra yola devam edişin eseridir. Kendisi oluşu kendisinde bırakmayıştır. Bir yanıyla da kendisinde kalıştır: Kendi sorumluluğunda.

Mekânsızlık tepeden bakış değildir. Kendisinde hapsolmayış, tevazuyu bilgi edinme eyleminde yoldaş edinmektendir. Tevazu, biliniz (şüphe etmeyiniz) ile bir kereliğine ve bir kerede her şeyi anlamışlıktan konuşmamanın kardeşliğindedir. Hem bildiğinin sorumluluğunu taşır insan, hem de bilinebileceği kadarı bilmenin bir süreç olduğunun sorumluluğunu.

Bilmek bildiğine esir olmak, bildiğini esir etmek değildir. Bilmek yolda olmaktır. Yolda kalmadan, yolu kesilmeden yolculuk ummamaktır. Bilebildiğini, kavradığını sandığını kavranılan ve bilinecek olan ile eş görmemektir. Söylediğinin içeriğini kendi esiri sanmamaktır.

Mekânsızlık gerçekliğinin hakikatinden hakikatinin hakikatine yönelmişliktedir ama, hakikati dünyası yapabilmişlik de değildir. İnsan en fazla hakikatli olur, hakikatine teslim olur. Hakikatle düzelmeye açık olur.  Elindeki hakikat gerçekliğinin hakikati ise de, gönlündeki hakikat, hakikatin kendisidir. Gerçekliğinin hakikati indirgenmiş, küçümsecek bir hakikat değildir. Kendisine açık olan budur. Kendisine açık olmayanı ise açılmayacak kapılardan zorlamaz hikmete açık duran, biroluşun kapısını arar.

Biroluşun kapısında bekleyiş ise tanrısallık iddiası değildir, öncesini ve sonrasını kabulleniştir, teslim oluştur, rızadır, ihtimamdır, emek vermeyi ve çabalamayı ömür boyu bırakmamaktır. Hırssızlıktır hakikat hırsızlığı ve çokbilmişlik değil.

Zamanımız bu kadardı. Arzeyleriz, gece hayalimizden, gündüz düşümüzden.

11 Ekim 2011 Salı

Melâmet Babadan Oğula, Ustadan Çırağa Geçmez!!

Melâmet hırkasını kendin giyersin!

Kültürümüzde melâmî bir yan vardır, kalender(î] bir yan vardır; fütüvvet vardır. Bunları sevmemek, biz olmayı da sevmemektir.

Melâmet kendi eleştirisini önceler. Eleştiri ve yergi düşmanlık olarak algılanmaz. Hüsn-ü niyeti varsa önyargılı veya ukalâ da utandırılmaz.

Melâmilerin tasavvuf düşmanı olduklarını kim iddia ediyor bilemiyorum. Bu dayanaksız ve dayanıksız bir iddia. Tekke zâviye hayatına düşman oldukları iddia ediliyorsa, Şeyh Gâlib'i hatırlatırım. Mevlânâ'yı ve Şems'i de. Eleştiri başkadır, kurumları yüceltmemek, öncelememek başka. Şemsde hür, dik duruşlu, bağımsız bir insandır derviş. Bireyciliğin değil, bireyselliğin önemsenmesidir söz konusu olan. Dervişin toplumsallaşması, insanın toplumsallaşması asla küçümsenmez. Mesafelilik düşmanlık; yüceltmeme yerin gibine geçirme değildir.

Mevlânâ kendisini abdal olarak görür, arka saflarda yer tutardı. Arkadaşları çalışan, düşünen, üreten insanlar; eski mahkûmlar; işlerinin ustası esnaflardandı. Bir yere gittiğinde, yanlarında durmazsa arkadaşlarının içeri alınmayabileceklerini bilirdi.

Eski melâmet bugün olmasa da, onu reddettiğini düşünenlerin terbiyesinde bile yaşıyor. Gelenek "attım kurtuldum; kendimi öyle tanımladım; böyle tanımladım"larla kenara itilemez. Çattığına esir düşersin. Kendisinden kaçtığın ayağına pranga olur.

Melâmeti bir kaç yüz yıldır isteyenin istediği gibi tanımlamasının meseleye yönelik hakîkat ihtiyacını canlandırdığı kanaatindeyim. Hakîkat boşluğu da hakîkati çağırır.

Akşemseddin'in köpeklerin çanağındakini üleşmeden, dahi onların rızasını görmeden mecliste yerini alamaması kâinatın, kurdun, kuşun, dağın, taşın hakkından konuşur olacaklığından.

Aç komşuya yal sunulmaz. Ulu kişi yalı yüzünü ekşitmeden, fedakârlık gösterisine düşmeden tattığında ihvândan olur, tevâzuda ululaşır, kendini aşağılamada değil.

Aşağılanacak hâl, aşağı çekilecek hâldir de.

Melâmet kardeşliğin, gelip geçiciliğin, fanîliğin, insanlığa yatkınlığımızın dillerindendir. İster anlayanı, ister eleştireni olalım: Eleştirdiklerimiz yüklerini bizim için taşımış insanlardır. Dedelerimiz, ninelerimiz olduklarını unutsak bile, iddiada ve iddiayla uçarken.

04.10.2011, 17:53