Olduğumuz gibi görünmediğimizde anlaşma imkânımız kalır mı?
Olduğumuz gibi görünmediğimizde dünya dünyalığından olmaz ama bunu önerdiğimiz ve savunduğumuz oluş tarzının şiarı haline getirdiğimizde toplumsallaşmanın, konuşmanın, anlama ve anlaşmanın önünü kapatmış olmaz mıyız? Kaygı duymamıza temel oluşturabilecek epeyce gerekçe var kanısındayım.
Oluşumu olmayan bir oluş nasıl olabilir? Belki kağıt üzerinde aşkın (transendental) ben’e başvurarak bilgi öznesini kurgulayabiliriz. Peki ya eyleşen, etkileşen, anlaşan konuşan koklaşan insanların toplumsal bilgisini nasıl temellendireceğiz? Nasıl bir sosyalpsikoloji öngöreceğiz?
Mesnevîden çıkarabileceğimiz kişilik, kimlik, bireysellik oluşumu sosyal interaksiyoncu yaklaşıma yakın, eğer peşinen sosyal interaksiyoncu demeyeceksek. Çocukların oyun oynayarak akıl geliştirmesi, aşkın insanın kendisine saygıyla sonuçlanan hareketi transendental ego anlayışı ile kavranabilecek bir süreç değil.
İbn Arabî – Mevlânâ sentezlerinde transendental egoyu gerektiren bir temellendirmeye şahit olabiliyoruz., eğer felsefî sonuçları, uzanımları olan yorumlarsa.
İbn Arabi’nin düşüncesinin transendental egoyu gerektirmesi söz konusu mudur? Kesinlik kazandırarak söyleyebileceğim bir şey yok. Sadece yorumcuların bazılarında aşkın egoyu şart koşacak bir temellendiriş ve gerekçelendiriş söz konusu olabiliyor.
Mevlânânın düşüncesinin aşkın ego ile uyumlu olmadığı ise, son dönem yorumcuların gayretlerine rağmen aşikar. Zaman buldukça Mesnevîde implicit veya içkin olarak söyleneni toparlayıp sunmamız lâzım.
Önyargım ya da üzerinde çalışacağım fikirlerden birisi şu: İbn Arabi ve Mevlânânın tasavvufî iddiaları ve düşüncelerinin temellendiriliş stratejileri, epistemolojik, linguistik, bilimsel ve tasavvufi örgüleri farklı. Sentez çabaları iki ayrı planda söyleneni aralarında geçişliliğin mümkün olduğu düzeylerde sürmemekte.
Mevlânânın düşüncesi diyalektik. Toplum anlayışı dinamik. Toplumsallaşma hakikat kazanma, oluşma, pişme süreci. Dilin anlaşmanın evi oluşu, insanın anlamasının diskursivitesini hakikatin formu olarak görmemesi. Şemsin Makaalat’ta öbür dünyayı linguize eder biçimde konuşmaması.
Akış içinde bir nehirde yüzen insanın akışında aynı kalması. Oyun gibi kavramlara işaret edişi. Aşkın hareketinin maşuktan insanın kendisine doğru yönelen hareketi. Aşkın olgunlaştırıcılığı kadar olgunlaşmanın eseri de oluşu.
Burada ayırt edici nokta, toplumsallaşma süreçlerini farkedip etmeme değil. Ayırt edici olan felsefenin epistemik temellerinin toplumsallaşmanın alanına çekilmesinin öngörülüyor olması.
Habermas’ın felsefî dilbilim’in (lingvistik) normatif temellerinden yola çıkarak iletişimin mümkün olması için karşı tarafın söylediğini kastedip kastettiğini söylediğini kabul edişimizi (ideal iletişim toplumu için) metodolojik bir ütopya olarak kabul etmesiyle şekillendirmeye çalıştığını farketmemiş, katılmayacaksak da eleştirememiş oluruz olduğun gibi görün’ü tersine çevirirsek.
Olduğu gibi görünmek sırrını ellere vermek değil, sözünün arkasında oluşun, kişilikliliğin, hayatın akışı içindeki akışımızda tutarlılık ifademiz. Kim aklından geçeni, sırrını döküp saçabilir ki? Başkalarınının sırlarından, aklından geçenden, bildiklerinin tümünden bize ne ki?
Hakikati ifşa meselesindeyse sorun: Hakikat kimsenin elinde esir değil. Hakikati başkalarının çizmelerinin altına atma şansımız hiç bir zaman için yok. Onların da hakikatleri değilse, çiğnedikleri (meyletseler dahi) hakikat(in kendisi) değil: Bizim hakikatimiz, hakikatin bize açılımı. Bir yerleşiklikten, daseinden, tarihsellikten, zaman ve mekanda yerleşiklikten kavradığımız, en fazlasıyla, gerçekliğimizin hakikati. Bu durumda dahi neyi düşündüğümüzü, neye inandığımızı noktası virgülüne kimselere anlatma durumunda değiliz. Anlatamadığımızda ifşa ettiğimiz bir şey yok da değil: Sonradan anlaşılabilecek şeyler, gelecek nesillerce anlaşılacak şeyler söylemiş de olabiliyoruz, bu ayrıntıları ihmal edelim şimdilik. Önemli olan bir iletişim olmadan anlamanın olmaması, anlamanın temelinin anlaşma(da) olması, hatta anlamanın kendisinin anlaşma olduğunu söyleyebilmemiz.
Burada da ayırt edici nokta iki yüzlü olmamamızdır. Retoriğin bize öğrettiği lafazanlık değil, ne düşündüğümüzü karşı tarafın referanslarına dünyasına açmamız. İtirafta veya didaktik bir bildirimde bulunmuyoruz, tersine ufuk kaynaştırması, konuşma, köprü kurma halindeyiz. Gerektiği kadarını değil, konuşulabilmesi mümkün olanı konuşuyoruz deklarasyonun en ideal anlatabiliciliğinde dahi.
Konuşmadaki hakikat iddiası, işkencecimize itiraf edebileceğimiz şeylerin durumu, bilgi dışavurumundan farklı, başka yazılarda üzerinde duralım.
Derimizi başkalarının ayaklarının altına atsak, hatta köpeklerin önüne atsak, derisiz kalsak, hakikatimizin bundan kaybı nedir ki?
İnsanların kendilerine özel yanlarının üzerinde dolaşmak, entegritelerini çiğnemek bilgi merakının, hayretin, hakikat susamasının da düzeni koruma işgüzarlığının, güvenlik düşüncesinin, velayetçiliğin de işi değil. Bu iş asla ve asla meşru olmadığı gibi insanî, hoş, doğru da olmadı.
Olduğu gibi görün Varlık ve Hiçlik’teki olduğun değilsin’e ters düşmüyor: ‘Olduğu gibi görünmek’ bir tutarlılık, beklenirlik, sözünün arkasında dururluk sorunu. Değişen insan, akan hayat ama sorumluluğunu ve verilmiş sözünü unutmayışta omurgasını bulan bir bütünlük bulma. ‘Olduğun değilsin’ henüz olmaya çalıştığın, yöneldiğin, uğruna emek verdiğin, tasarımın, tasarladığın, olmak istediğin, olacağın, hedeflediğin, kendini kendisiyle tanımladığın (gibi) değilsin demek.
Göründüğün gibi ol ‘bir tasarımın olmasın!’ anlamına gelmiyor. Tersine, olgunlaşma, pişme, yanma bir tasarım, yönelme, terbiyeden, ateşten geçerek oluşma işi. Oluşma, daha önce olmamayı taşımıyor, içermiyor. ‘Göründüğü gibi olmak’ olacağının, olabileceğinin arkasına saklanmamayı buyuruyor. ‘Göründüğü gibi olmak’ eleştiriye açık durma işi, ki bu Varlık ve Hiçlik’teki sömürgeleştiren bakışa açıklıktan, ona nesne olabilirlikten kaçındırıcı bir buyruk (imperatif, motto) değil.
Mevlânâ’da bir korunmuşlukta terbiyeden geçme önerisi yok. Çileye açıklık bir eziyete açıklık, mazoşizm gibi bir psikolojik bozukluk değil. Hayata, hayatın getirdiklerine açıklık. Tüm insanlığa çöle, yola çık dendiğini iddia edemeyiz. Hakikat derdi olanların hayattan kaçmayı, hayatlarınından kaçmayı, yani hayatının sorumluluğundan kaçmamayı düstur edinmemesi de anlaşılır birşey olmaz.
Göründüğü gibi olmak, iki yüzlü olmamak da demek. Kendini başka bir şey gibi gösterenin, gösterileni de olmaya çalışması lazım. Mevlana’nın sözünde bir örtüşme işaret edildiğine göre ‘tasarladığın gibiymişcesine görünüyorsan öyle olmaya da çalış’ önerisi değil de ‘içi dışı bir ol’ vurgusu söz konusu.
Bu içi dışı bir oluş, akan, akışkan bir nehirde yüzerken, değişen bir dünyaya aynı dünya diyen, değişen kendisine aynı kişi diyen insanın içi dışı bir oluşu. Statik bir ‘olduğu gibi’si, statik bir ‘göründüğü gibi’si yok örtüşme sorunları hep yaşanacak, sanırım.
İmajdan ibaret bir dünyada, hakiki ve hakikatli olma vurgusuna kendini aşikar et, öne çık, göster, bildiğini dök, sırrını saklama diyen yok. Talibi yoksa, meşru talibi yoksa ortaya dökülen teşhire kadar gitmez mi?
Kendini ortaya dökmek, kendi üzerinden insan oluşu tartışmak ise başka yolu olamayan bir iş, edebiyatın da işini yapıp bitirdiği bir noktada. Sır ise yine ortaya dökülen bir şey değil. Başkalarının ayıplarını örtmede, kendi yanlışlarımızdan öğrenip düzeltmede samimiyet kazanıyoruz. Utandırmayan, utandırılmaz. Nihaî hesaplaşmada, tarihin sonunda dahi insanlar her kusuru, kabahati, yanlışı yaftalanmışlığıyla görmek durumunda mı?
Hakikatle yüzyüze olma halinde dahi hakikat bizim hakikatimiz mi olurdu?
Hakikati saklamamak hakikatlililik olduğunda bir erdem. Her şeyi merak etmemek de, bilimin ve bilgeliğin merakından.
Susanlar örbas edenler olmadı her daim. Konuşanlar hakikatliler değil çoğu kez. Öyle de olsa böyle de konuşma bir ihtiyaç, gerekirlik. Herşey ortaya dökülmeden herşey konuşulabiliyor. Konuşma susma olabildiği gibi, susmalar da konuşabiliyor.
Olduğumuz gibi görünerek, göründüğümüz gibi olarak mı yaşıyoruz bu komşusuzlukta da tersine çevirelim?
Görüntüden ve görünüşten ibaret oluşa ve kendi oluşuna yabancılaşmışlığına isyan olmalı insanın insan üzerine düşünüşü ve iddiası diyerek sözü dinlendirelim.