"Olduğun gibi görün göründüğün gibi ol"u bugüne kadar daha çok sanırım felsefi/dilbilimsel anlamıyla ele alma durumunda oldum. Nedeni iletişimi "garantileyen" karşımızdakinin söylediğini kastettiği ve kastettiğini söylediği önkabulüne (Habermas'ın metodolojik anlamda ütopyası!) temel hazırlayışı.
Mevlâna metodolojik bir önkabulle uğraşmıyor. Riyadan, ikiyüzlülükten, takiyyeden, şişinmeden (Kurbağa ile Öküz Hikayesindeki gibi), inanmadığımız şeylerin sözcüsü olmamızdan (çok kimliliğin ahlaki anlamda savunulamayacak hallerinden) kaçınmamız gerekliliğinden dem vuruyor.
Bir başka deyişle: Tevazu içinde, belki bazan öfkemiz içinde, belki bilgimizle ya da cehaletimizle kuşanmış olarak ama değişmeye, dokunulmaya, hitap edilmeye, itiraza kendimizi açık tutarak.
İnsan hep bir proje. Olmaya çalıştığı bir şeyler var, olacağı bir şeyler var ve biz insanı ne olduğu ile değil, ne olacağı ile bir bütünlükte ele alıyoruz.
İnsanın kendini ele alışı ile algılanışı farklı. İnsan insana itirazla kişiliğini oturtuyor. Olduğu gibi görünen insana olduğu gibi görünen (buna gayret eden) insanın bakışı Sartre'nin "garson" örneğinden ya da "parkta oturan adamdan" farklı. Şahit olma ile tartışmaya çalıştığım ancak onu aşan bir başka kategori işin içine giriyor: Bizi/beni/onu anlamaya çalışan bakış'ın arkasındaki insan. (Buradaki bakış elbetteki Sartre'deki gibi algısal/perseptüel değil.)
İnsanın yarım oluşu, tamamlanmamış kalışı, sanırım, bir tasarım oluşundan başka anlamlar da taşıyor. Hem zamanı yetersiz, hem de son'u bir tamamlanmışlık değil. İnsanın hayat tasarımını ihmal eden bir bakıştan da bu kabul edilebilir.
İnsanı ezen, abluka altına alan sömürgeci bakış, tepeden bakış, tahakküm ve zulümden bakış unutularak "olduğu gibi görünmeme", riya, büyüklenme, kibir yeterince algılanamaz.
İnsanın kendisine yaptığı değil de (iki yüzlülük v.b. ile) insana insanlığa, insani diskura, dile, gerekçelendirmelerimize yaptığı ettiği ile değerlendirirsek olduğu gibi olma sorununun "kurucu" önemini daha yerinde tartışabiliriz sanırım.
"Olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol!", bir tamamlanmışlık, aynı noktada inat içermiyor. Akışı doğal gören, akanı ve değişeni de zaten bir ve aynı oluşun akışı olarak görür.
Tanpınarın bahsettiği ve Bergsonda aranan "akan derede yüzen", hep değişen ve aynı kalan insan Mesnevîde tekrarlanır durur.
"Olma", "özdeşlik" bizim geleneğimizde bir sabitlik, durağanlık, kesitte dondurmuşluk sorunu değildir.
Evet, Mevlananın ele aldıkları derin felsefi ve disiplinlerarası sorunlardır, hayatı şekillendirmemize, praksise bağlı olarak ele alınırlar, bilgi çıkarım yapmaktan çok genişletilmek, yeniden düşünülmek için vardır.
(düzeltilmesi gerekiyor)