29 Şubat 2008 Cuma

Dışlamanın Ontolojisine Yorumbilgisel Bir İtiraz Notu

“Hatalarımı görmeden beni gerçekten de doğru bulan kişi, oyuncaklar gibi beni pazara çıkarır, meth ederek satmaya kalkışır. Halbuki ben çarşı pazar ehli değilim. O işten bezmiş, usanmışım. Ben, beni inkâr edenin kuluyum, kölesiyim” (Mevlâna 2000: IV/136, Rübaî 494)




KUYUDAKİ KISSA. Yusuf kuyuya itildiğinde, atıdığında, itenlere bile bile sırtını döndüğünde, hattâ kuyuya kendisi indiğinde dünyasıyla, görebildiği ufukla, görünmeyen ama gösteren ufkuyla başbaşa kalır. Yusuf, sarsıntıya açık. Yusuf, hem herşeyin dışında kalmış gibi, hem de bütünüyle anlamanın içinde. Sabır, kendini bırakış, düşünme, düşünceyi uyutma, dışarıyı ve içeriyi ayırma ve birleştirme halleri kuyuda oluş hallerinden. Kuyudaki hayat da insan hayatı: Uzun zamanlılığını paranteze alan bir gündelik zaman içinde kendini terbiye ile geçen.

Kimi der ki “Çile yanlıştır!”, kimi de der ki “Çilehane hayattır!”. Kimi der ki “Sınırlar öğrenilmez!”, kimi de der ki, “Sınırlılık öğrenilmeden öğrenilmez!”. Öyle ya da böyle. Kuyuda ya da dışarda sınırlı, sonlu, sorumlu hayatlarla, hayatlarda yaşıyoruz, hayat buluyoruz. Kuyuda oluş genel anlamıyla bir eleştirel duruş. Bir mesafeli duruş. Peki bu mesafeli duruş yöntembilgisel, bir kereliğine tüm zamanlar için kazanılmış, kurtarılmış bir duruş mu? Hayır. Bu bir praksis içinde duruş (1). Yaşıyorsun, sonuçlarına varıyorsun, pratik sonuçları genişleten bilgeliği paylaşıyorsun. Evrenseller var ama, genel bir cümleden eylemenin cümle hakikatini çıkarmıyorsun. Yanıla, sınaya, deneye; yana yakıla; uygulama, eyleme çabasıyla, çabasında yaşıyorsun. Bir ezberin yok. Hata yapmama, yanlış anlamama, yaptıklarını, anladıklarını garanti altına alma şansın yok.

Her daim hayattasın, hayatlasın, her geçen an anlama imkânları açısından bir adım ilerdesin. Her anlama biraz da geç, genç anlama olduğundan. Her olan bitenin daha da iyi görülebileceği bir başka an var.

Bilmenin an’ı ile bilgeliğin an’ı örtüşmüyor ama. Bilmenin an’ı tarihin sonuna, bilgeliğin an’ı kendi sınırlılık sonluluğuna açılmakta.

AYDINLANMANIN ÖNYARGILARINDAN BİRİSİ hakikatin ele geçirilebilmesinin, kesinliğin mümkün olduğu görüşü idi, yeter ki doğru yöntemi bulalım. Sınırlı, sonlu, ölümlü insan ufku aşılacak; gözlem gözleyenden koparılıp bağımsızlığına kavuşacak; anlama açıklamaya, işlerliğinin pragmatiğine kaydırılacaktı. Doğa bilimlerinin teorik- teknik- araçcı-işlevsel kurumlaşması manevîbilimlere doğru ilerleyecekti. Zamanla belirginleşen farklılıklar, dogmatik olmayan arayışlar manevîbilimlere bazı özerklikler, farklılıklar yüklese de yöntembilgisel beklentilerden, hakikat iddialarını garantileyecek duruş arayışlarından, nesnellik iddialarından kaçınamadık.

Doğru duruşun, doğruluk yağdıracak, doğruluktan şaşırtmayan bir motoru, motoriği yok. Bir hatasızlık yöntembilgisi yok. Doğruluk garantörü dispozisyonlar yok. Ahlâkî, siyasî, sosyal eyleme bir metod işi değil.

Eylediğinin sonuçlarını belirleyen kararlarının doğru ya da yanlış oluşu değil sadece. Ahlâkî deneyimde tercihlerimiz kararkuramsal sorunlardan ibaret değil. Bir sorumluluktan eyliyorsun. Eylediğini takip ediyorsun, top takip eder gibi. Bazan da edemiyorsun. Sorumsuzluk dahi bir sorumluluğa bakış türü olarak değerlendirilebilirdi, eğer eylemeyle, belli bir eylememeyle yolaçabildiklerinin takibini yapsa, sorumluluk üstlenme eğilimini gösterseydi insanlar.

Anlamanın, anlaşmanın, toplum olmanın, uzlaşmanın, kaynaşmanın, sohbetin mühendisliği yok, bir söyleyeceği göstereceği olma halinin dışında bir beyliği, belirleyiciliği, makamı yok. “Bir itirazım var!” demek katılarak uzlaşmadan, anlaşmadan çıkıp tartışarak, ufuk kaynaştırarak anlaşmaya geçiş.

DOĞRU DURUŞ doğru sonuçlar, doğru çıkarsamalar, kararlar vermeyebilir. Böyle bir kendiliğindenlik yok. İnsan toplumsallaşmış, dilli. Bir diskurda (2), içinde sorgulamadığı bir hayat dünyasında, esiri olduğu altkültürlerde yaşıyor. Karar, verilen kararın takibi, eşgüdümü ve kararların toplumsallığı karmaşık süreçler, karşılıklı eylem(e)ler, geçerlileşme süreçleri, iddiasallar taşıyor.

PERSPEKTİF. Hakikati, hakikat iddialarını kendimizce bir yerlerden, bir duruştan vurguluyoruz. “Elikılıçlı Peygamber!” dedik, farzedelim. Bir dönemin ihtiyacından yola çıkmış olabiliyoruz, Peygamberin bütün özelliklerinden yola çıkarak değil de. “Kılıç” dediğimizde bir perspektifi devreye sokuyoruz. Yani, bir bütünü, bütünün kendisini, bütünsel/bütün görüşü değil.

Bütün, perspektiflerden görünenin toplamı değil. Hakikatin sonsuz, dilsiz, zamansız, mekânsız halinden konuşamıyoruz, insanlar olarak. İnsanlara açılandan yola çıkarak konuşuyoruz. Zamanın sonunda değiliz. Tüm zamanları bilerek konuşan bir durumda değiliz, sadece “zamanın çocuğuyuz”. Yorumumuz, yorumu reddeden bilirlik, bilme iddialarımız, hep sınırlı sonlu insan haline esir. Bu iddiasız, hakikatsiz, düşüncesiz, fikirsiz olmamızı gerektirir mi? Hayır! Hakikati bir yerden yakalamamız, bir başka yerden gelecek eleştiriye de şaşırmamamızı gerektirir. Anladık, ama bir anlamıyla yanlış anladık. Anladık, ama eksik anladık. Yanlış, eksik anladık ama gelecek soruları anlamlanış süreçlerinden koparmadık da.

YANLIŞ TERCİH. Diyelim ki son dönemde alevlendirilen bir anlayışa göre yanlış iş yaptım ve mevlevî olmaya karar verdim. Şehvetle teslimiyetçi, light-liboş ve turuncu iddiaların sahibi olarak ete kemiğe bürünüp mevlevî diye görünmem mi gerekir? Hayır! Genel iddialar doğru bile olsaydı, donanım meselesi var. İnsan tek bir alandaki tercihinden ibaret değil iddiası var.
Toplumsallaşma, sosyal roller, akıl fikir, memleket sevdası, araba sevdası, pilav yiyerek ve mesnevî okuyarak yeni hayata eğilen düşünce, insanlık kavrayışları, bilinçli bilinçsiz düzlemlerdeki aidiyetler, kaç kurtulculuk, ver kurtulculuk, al kurtulculuk, ez kurtulculuk, sus kurtulculuk, dayat kurtulculuk, sabır, tevazu, aşk, aşksızlık, heyecan, tuzukuruluk var. Herşeyden önemlisi de ahlâkî duruş arayışı, ya da ahlâkı küçümseme, bir alandaki önemli tercihlerimizin otomatiğine bağlanma, indirgeme, indirgememe var! Bunların dışında aldırmamazlık halleri de var ki konu edinmemekteyiz.

Aynı kavramsaldan, Ali Şeriati’lerin teslimiyet çıkarmadığının görülememesi ise şaşırtıcı. Farketmek için aynı düşüncede, mezhepte veya eğilimde olmak mı gerekir? Bir karşı örnek, bir modeli/teoriyi yanlışlamaya yetmeliydi!

TARİKAT, DİN, İNANAN, İNANMAYAN. Mevlevîlik bir din değil tarikat, dini temel alan bir tarikat olarak görülmelidir. Dinin yanında tasavvuf sadece bir ayrıntıdır. Mevlevîlik çeşitli kollara ayrılmaya çalışılabilir, şu ya da bu dine eklemlenmeye çalışılabilir ama, mevlevîliğin kodu kültürel kodumuzla kaynaşmıştır ve meşruiyet krizleri, ayrıştırıcı müdahaleler toplumsal sorun haline gelebilecek durumdadır. Bu ileride genel bir gelenek tartışması, yada krizteorisi içerisinde ele alınabilir. Mevlevîlîk üzerine düşünmem, okumam bir gelenek üzerine düşünme, gelenek eleştirisi içindedir, spekülatif değildir. Eleştiri, karşı taraftan bir öğreneceğinin olduğunu kabullenme, kendi ufkunu sınanmaya açmaktan ibarettir, buradaki anlamıyla.

Din herkese açık. Tarikatsa herkese sadece ilkede açık (3). Buna uymayan dinler olabilir mi? Evet. Buna uymayan tarikatlar? Evet. Burada analitik bir ayrım yapıyoruz o kadar. Bir dine girmek isteyene “girmek zorunda mısın?” dedirtecek çok şey olabilir. Tarikatın da göreceli kapalılık iddasını güçleştirecek durumlar düşünülebilir. Önemli olan şu: Dine inananlar, iman edenler homojen bir duruş, dine bire bir tekabül eden hayat tarzları yerine çoğul/çok katlı kültürlerde, bilimsel paradigmalarda, naifçe özümsenmiş hayat dünyalarında, farkında olmadan taşınan önyargı sistemlerinde yaşayan insanlardan oluşuyor. Orjinal metin, orijinal iddialar reddedilmediği halde de facto diyebileceğimiz bir biçimde heterojenitelerin, hattâ heterodoxilerin içinde de bulabiliyoruz insanlığı, inananları, inanmayanları. Eleştiri kendisine yönelmeyi unutmamalı diyoruz.

İnanan-inanmayan ortaklıkları bazan şaşırtıcı. Başkalarıyla da paylaşılan, ama cemaatin alanı olarak görülen düzlemler, katmanlar hayli fazla. Tarikat belli homojenite bekletse de cemaatın hayat tarzında, yanıltabilecek, yanlışlayabilecek çok katlılıklar, farklı içiçelikler ve tarihsel kristallenmelerin zorlamaları her daim söz konusu (4).

KENDİ GÖK KUBBEMİZDE BAKİ KALAN. Tasavvufî kalıntılarımızın, kalanlarımızın kültürümüze bir başka yerden, bir başka ilgiden bakan tavırları; musikîmizin, “eski sanatlarımızın” inceliklerini yaşatmaları, rituallerimizi, sohbet, yeme içme adetlerini artikule etmeleri; dünya görüşleri, zevk anlayışları, estetik iddiaları, hayat tarzları, kültür pratikleri ve pragmatikleri bir merkezkaç eğilimini stabilize etmekteydi, bir denge unsuru idi. Son izleri silmekteyiz. İçi boşaltılmış makam seyirleri, ve dönen içi boş tennureler kalacak gök kubbede.

Kültürün taşıyıcılarından olmak, bir anlamda geçmişin yaşayan müzelerinden birisini oluşturmak kimselere bir ayrıcalık hakkı vermez. Taşınanı tartışılmaz kılmaz, fakat, onu eleştirirken kullanılan terminolojinin gerekçelendirilme süreçleri kendisiyle sunulan iddialardan bağımsız temellendirildikçe, iddiaların doğruluk yanlışlığının irdelenmesine de öncelik verilemez. Birlikte yaşayan insanlar birbirlerine bakışı sömürgeselleştirecek, varolanı dışlayacaklarsa, bugüne kadar kendi göbeklerini kendilerinin kestiklerini düşündüreceklerse, kültürlerini istediklerinde yarattıklarını, bir tercihle bir birikimin kendiliğinden doğacağını, ya da iradeyle şekillendirilebileceğini (explicit, implicit) ifade edeceklerse, ufuklarının saydamlaştırılıp tematize edilebileceği hülyasıyla yaşıyor olurlar.

ÖTEKİLİK, BAŞKALIK HAKKI. Her doğudan yola çıkan perspektif, “başka doğu”ların varlığının garantörü olmamızı zorunlu kılmayabiliyor. Birbirimizi kolaylıkla dışlayabiliyor, keyfi olarak tanımlayabiliyor, “konuşan konsensus”u kendisini tartma yerine kendisinden vazgeçmişlik kategorisine çekebiliyoruz.

Soğuksavaş dönemi ve sonrasındaki tanzim kaotiğinde dışlayıcı suçlamalar istisnasız alevî-bektaşi geleneğe yönelirdi. Hem oyunu okumayı öğrendik, hem de “ötekiliğin” bir teslim oluşun vücutlaşmasıymış gibi sömürgeselleştirilemeyeceği ortaya çıktı. Sivastaki diri diri yakma olayından sonra bu tip gerekçelendirme ve gerekçe kurma tarzlarına tepki göstermek ilk akla gelen direniş adımı olmalıydı. Eleştiri, kaygı, hattâ tepki kendine daha nüanslı, dinleyici, anlayıcı ifade biçimleri edinebilir. Dilde özen bekliyoruz, bu da bir direniştir, teslim olmama, teslim etmeme gayretidir! Dışlayıcı sosyal ontolojinin primordialitesi olabilir mi?

Kendi doğru bakışımız, duruşumuz üzerinde titreyebiliriz, ama bunu kendi özel, siyasî, sosyal önceliklerimizden, önyargılarımızdan kaynaklanan yorumlarımızla karıştırmadan nasıl başkalarına dayatabiliriz? Doğru apriori var diyelim, “apriori”ye “hayatdünyası apriori”dekiyle özdeş olmayan, ama ona benzer bir tarzda yan anlam vererek. Bizde ifade bulan bu “doğru”nun kendisi midir? Önyargılarımızla buluşmuş harmanlanmış hali midir?

Tartışma kaçınılmazdır. Açık duruş, yanılabilirlik iddiaları, tevazu, doğruya zarar verme dileğinden değil, insan olma halinin bilincinde olmamızdan kaynaklanmaktadır.

SÖMÜRGECİ-KURTULMUŞ SÖYLEM. Aşkın diyalektiği ile Mevlevîler tevhidi düşünüyorlar. Şehvet iddiası sufilerin eğri yaşadığı düşüncesinden veya kültür-edebiyat tarihi analizlerinden yola çıktı diyelim. Eleştirilecek ne varsa eleştirilir, ama, sömürgeci-popülist iddiasalın doğuya karşı repertuarının da “şehvet”, cinsiyetçilik, erkek egemenlik, cinsel köleleştirmecilikten oluştuğu unutulmadan! “Kurtaran” kavramlar, “eleştirel” terminoloji ama “tek yanlı kurtulmuş” bir söylem ve sömürgeci bağlam: Hangi naif, ayırt edemeyen, hakikat arayışı ile ideolojiyi, propagandif retoriği ayrıştıramayan insanın kafası karışmaz? Tematik hep aynı ezberden sunulmakta: Peygamberin evlilikleri, cennetteki huri ve gılmanların anlamı, gılmanın arkeolojik etimolojisi, nikâh hukuku, eşitliğin popüler hukuku ve tarihi, fetva tarihi. Açıklanmış, cevaplanmış olgular, yeniden yeniden dolaşıma sokuluyor. “İyi kalpli fonksiyonalist” açıklamalar ya da herhangi bir pragmatikten açımlamalar yeni komplikasyonlara, ya da geçiciliklere yol açabiliyor.

Açıklamada hakikate hakim olamayışımızdan kaynaklanan geçicilikler doğal. Açıklama ile anlamın örtüşmemesi de. Tartışmaya devam ihtiyacı da anlaşılır. Ama, burada geçicilik bir kereliğine tüm zamanlar için konuşma iddialarıyla, sorular arifane olmayan bir tecahülle sunulup duruyor. Cevabını almış soru hiç cevap almamışçasına gündemde; sorusunu yakalayamamış cevap ha bire uçuşturulmada. Şimdi, bu tarz yaklaşımın boşa çıkarılması mı söz konusu bu dergideki radikal (tasavvuf ve) mevlevî karşıtı yazıyla, öne çıkarılması mı?

Seçmecilik, eleştirel bir anlama tarzının ifadesi değildir. İddiasallığın sorgulayıcılığı kendi ufkunu bypass etmemelidir. Açıklamanın aceleciliği anlama çilesinin önüne geçirilmektedir!

İddialı bir tartışma açıyorsak, ufkumuzu da olabildiği kadarıyla buluşmaya açmak; tartışma dilimizi doğal, dil eleştirisini de bir çeşit (idealist v.b.) kuruntu olarak görmemek gerekir.

Kuşku, tereddüt varsa, sunulur, tartışılır. Ancak ufkun kendisi, bakışın kendisi sorgulanmaya açılmadan olmaz. İçinde düşündüğümüz ufuk kutsallarımızın ufku değil, kendi sınırlı insanî ufkumuzdur çoğu kez. Kutsallaştırdığımız kendi ufkumuz olabilmekte, kutsallarımız ise gölgede kalabilmektedir.

Açıklanamaz, tartışılamaz bir konu olmaz, olamayacaktır. Ama açıklayıp kurtulamayacağımız çok şey olacaktır. İnsanız. Anlama, anlatma, açıklama tanrıları değiliz!

YİNE DE, “NE OLURSAN OL GEL!” Sözün Mevlânaya ait olmadığı iddiası arada bir unutulsa da (5, artık mevlevî bir şiar , insandan umut kesmeyişin kapısında. Aşk şehvetle karıştırılabilir, hattâ bu iddia unutulup tasavvuf içekapanıcılık, dünyadan çekilme şeklinde bir kaçışçılık olarak da ele alınabilir: Bunlar memleketimizde olağan şeylerden. Vahdet-i Vücut’la ilgili çatışan teoriler olduğu sunulmayabilir, Şems’in hululilikle ilgili eleştirileri hep gözardı edildiği gibi. Mesnevinin Asyadaki, özellikle Hindistandaki algılanışıyla ilgili çetrefilli sorunlar ve eleştirilerindeki aynı orandaki abartılar derinlemesine ele alınmaz

Başkalarının beni konusunda dolgun detaylar sunan, hakikati insanın söylemselliğinden ayırabilen, insanın hakikatini, dilselliğini görebilen bir gelenek(6) için öznelerarasılığın mekanizmalarından kaçıyor diyenler olabiliyor. Bu, terbiye, edep, kendini bilme v.b. reddediliyor demek anlamına da gelir. Oysa, tersine, başka bir paradigmada toplumsallaşma ve insanlararası interaksiyon böylesi bir dille ve dilde ifade edilmektedir. Soran, sorgulayan sorular kişiselliğin alanında değil bireyselliğin alanında daha verimli olabilecektir (7).

ANLAŞILMASI GÜÇ OLAN mevlevîliğe de fiilen dayatılanları mevlevîliğe mal ederek, geniş anlamıyla tasavvufa yükleyerek, “proje”yi ve teslimiyetçiliği kestirmeden başarılı kılmaya, bir direnişi söndürmeye çalışabilmemiz. Teslim ederken teslimiyeti eleştirenlerden olmadığımızı göstermeliydik, göstermeliyiz!

Doğunun bütünselliğini yitirmesini daha da derinleştirmemizle ortaya çıkacak hasar, Mevlevîliğin “light din” oluşundan daha ciddi boyutta olacaktır. İddialar iddia boyutunu aşmaktadır.

YEŞİL KUŞAK döneminde “sert” din “yumuşak” dine tercih edilmişti. Bu yumuşaklık şimdinin “light”ı değildi, “kadercilik” diye aşağılanan, kendini kullandırmayan bir yumuşaklıktı. Sabrın, sabırda yaşamanın dünyasıydı. Haysiyetli bir yanımızı daha kaybetmiş olmadık mı? Seve seve âdeta ve maalesef tarihin kaçınılmaz akışıyla açıklaya açıklaya.

Karşı duruş, kendisi oluşta akışı reddetmek zorunda mıdır? Bir kültürde oluşu, bir kültürle yaşayışı. Direniş, kendisi olmayı bırakışla; izleriyle dahi doğunun sanatını, inceliklerini musikisini, zevkini, ölçüsünü, tad’ını, hadlerini, sadeliğini, (sadelikteki) ihtişamını, tarzlarını, anlayışlarını ve bunlara itirazların inceliklerini sürdürmemizi terkle olmayacaksa, devam eden iç boşaltmaya bağlayabileceğimiz umut nedir?

ORTAK GEREKÇE HAVUZU. Evet, bazan Mevlâna üzerine yapılan tek yanlı çalışmalar, Mevlâna düşmanlığına malzeme veren kaynaklara dönüşebiliyor, Mevlânanın kendi projesi gözardı edilebiliyor, ikincil eserler eleştirel bir okumaya tabi tutulmayabiliyor. Mevlânayı onlarla eleştirdiğimiz gibi, onları neden Mevlânayla gözden geçirmiyoruz? Bir yasak mı var? Mevlânayı savunurken ya da redderken çoğu kez aynı gerekçelerin, ortak bir gerekçe havuzunun kullanılması “toplumsal uzlaşma”mızın gereği midir?

Sözü dinlendirelim, artık:

Canım bedenimde oldukça Kur’ân’ın kölesiyim ben
Muhammed Muhtar’ın yolunun tozuyum toprağıyım ben
Her kim ki benim sözlerimden başkaca bir söz naklederse
O sözden de, o sözü nakledenden de şikayetçiyim ben (8)

DOĞU, değişik dinlerden dindarları, dinsizleri, sufileri, entellektüelleri, antientellektüelleriyle; milletleri, kavimleri, dilleri, tarihleri, hayat dünyalarıyla doğu. Karşımızdakinin bize bir söyleyeceği olabileceğini unutmadan içinde buluşacağımız, tevazuyu aşan iddialarımızı yenmemize imkân veren, bizle kendisini sınayıp sorgulayan bir dünya olmalıydı.

Kaynakça
Habermas, Jürgen. 1981. Theorie des kommunikativen Handelns, Band 2, Frankfurt: Suhrkamp. Gadamer, Hans Georg. 1990. Reply to My Critics, Trans. G.H. Leiner, in The Hermeneutic Tradition, eds. Orminston, G. L., Schrift A. D. , New York: SUNY Press, pp. 273-297.
Mevlâna Muhammed Celaleddin-i Rumî. 2000. Divan-ı Kebir (Şeçmeler) Cild 4, Çeviren: Şefik Can, İstanbul: Ötüken Yayınevi.
Mevlâna Muhammed Celaleddin-i Rumî. 2001. Rubailer, Çeviren Şefik Can, Ankara : TC. Kültür Bakanlığı Yayınları, ISBN 975-17-2667-0.

Dipnotlar
1 “Praksis” ve “fronesis” gibi kavramların kapsamlı ve kısa bir analizi için bkz. Gadamer ( 1990: 273-297 ).
2 “Söylem”le tam karşılanamadığından dönüşümlü olarak kullanıyorum, şimdilik.
3 İnsanlar tarik olmak, tarik yapılmak zorunda değil. Tarikatlar önüne geleni “tarik yapma” zorunda değil. Vurgu “insan ol!”, “kendin ol/kendini bil”, “kendini bilerek kendinden geç!”, “sadık ol”da olmalıdır zaten. Belli bir olgunluk, tercih olgunluğundaki insanlarla yüz göz oluş kendisini eskisi gibi bir okul olarak görmemenin de ifadesidir.
4 Klasik-modern/modernist tarikatlar arasında ayrım yapılabilir, meşruiyetin dolaşım kanallarındaki fark gösterilebilir. Bu yazıda ihmal etmek durumundayım. Modern/modernist tarikatların ilgi alanımın dışında olduğunu da belirtmek istiyorum.
5 Sözün/Rübaînin Ebu Said Ebu'l-Hayr'a ait olduğu iddia edilir. Diyanet Dergisinin “Sevgi Medeniyetine Mevlananın Çağrısı” başlıklı sayıda da (Mayıs 2007) yeniden öne sürüldü. Rübaînin (ahlâkî ve hukukî deneyimin alanlarından) çözümlenmesine yer veremiyorum.
6 Mevlânanın düşünce tarzı dinamik/diyalektik. Görmek için batılı göstericiyi bekliyoruz. Düşünce batıya bıraktığımız ve saygıyla içinden çekildiğimiz bir alan. Felsefemiz yok derken adeta bir yasağın imperatifini tefrika ediyoruz, ”olmalı !” vurgusunu değil. Mevlânanın öznelerarasılık, zaman, dil, tarih ve evet, felsefe anlayışı işlenmeye hazır bekliyor!
7 Bireysellik-kişisellik ayrımı ve öznelerarasılık sorununa kapsamlı bir giriş için bkz. Habermas (1981: 9-169).
8 Krş. (Mevlâna 2001: R1311)


(16 Ocak 2007- 9 Şubat 2008)


(Metin kelime sayısı sınırlandırılmış bir yazı, bir dergiye itiraz notu, makale olarak hazırlandı, karşılıklı saygı içinde yazının redakte edilemediğini düşündüğümden, söz hakkına saygı gösterilmesinin yeterli olmayacağını düşünerek yayınlatmaktan vazgeçtim.

Düzeltmesiz, ya da kendi düzeltmelerimle yayınlatma hakkım vardı, kullanmadım. Benim için eleştiriye açıklık önde gelir. Karşı tarafın taleplerini karşılayamayacağımı, her olumsuzlayışımı açıklamamın imkasız olduğunu gördüğümden, karşı tarafın bana diyecek birşeyi olduğunu kabul etmemin yetmediğini, benim de diyecek bir şeyimin olduğunun düşünelemediği sonucuna vardığımda yayınlanma aşamasında yazımı (geri) çektim.

Tepkisellik ya da alınganlık olarak algılanabilir, önemli değil. Benim için önemli olan insanlararası ilişki, saygıdır. Bana yapılanı reddedişim, benden sonrakilere, hatta bana haketmediğim şekilde davrananların kendilerine aynı şeyler yapılabileceğindendir.

Yazımın reddedilmesi, ama zamanında cevap verilmesi, yeterince bilgilendirme, birilerini ihtiyaç duyunca bulabilme, gönüllülük, üslupta hoşluk tercihimi cezbederdi.

Kafkanın Şatosundaki nerede olduğunu bilememe, önemli bir şahıs mı, bir mahkum mu olduğunu kavrayamama haline, sıradan insanlığımız içerisinde sıradan diyaloğumuz, sıradan saygı ve kapı açıklığımız tabii ki yeğlenir.

Bir kapının insanları itekleyerek açılmasına, kimseyi incitmeden, kibarca yolu tarif ederek, gülümseyerek kapanmasını seçenlerdenim.

Yazıdan dergiye ve oradaki makale/makalelere atıflar çıkarıldı.

Dipnotlarla zenginleşecek, kopuklukları yaratan kısaltmalardan kaynaklanan boşluklar örülecek, zor anlaşılır kavramlar açıklanacak, bazı göndermeler sanatlı olmaktan çıkarılmasa da belirginleştirilecek.

Bu kısaltılmış, sterilize edilmiş yazı bir makaleye dönüşebilir mi bilmem. Bir deneyeceğim.

Bu yazı sayesinde bazı gerekçelendirme stratejilerini gözden geçirmiş olduk.

Yazının kopyelenmemesini, bu yapılırsa, en kısa zamanda düzeltilmiş metinle değiştirilmesini rica ediyorum. Metin tamamlanmamış olarak düşünülmelidir.

Bazı kısaltmalarsa diplomatik nedenlerle, duyarlılıkları incitmemek, daha fazla düşünebilmek için yapılmıştır. Dogmatik bir kaygı yoktur arkasında.

Yazıyı bana defalarca eleştirme nezaketini gösteren Enis Diker'e teşekkürlerimi sunmak istiyorum. İşini gücünü ihmal edip, ayrıntılar üzerine fikir belirtti. Sürekli değişen bir metnin eleştirileri işiten bir dile dönüşmüş olması söz konusu olamıyor. Bir sorun çözülürken, başka bir yerde açık verilebiliyor.

Mevlevilikten konuşan bir insan değil, mevleviliği geleneğimizin bir parçası olarak gören, onun kendisine söyleyeceği birşeyler olduğunu düşünen bir insanın eleştiriye açık yazısı olarak okunmalıdır.)